En az yirmi yıldır adından git gide daha sık bahsedilen, önce fütürist anlatılarda, sonra deneysel çalışmalarda, nihayet ticaret ve güvenlik alanında yaygınlaşmaya başlayan yapay zekâ, dünyanın gündemine gündelik hayat teknolojisi olarak neredeyse birdenbire düştü. Her ne kadar yapay zekâ, makine öğrenmesi, şeylerin interneti gibi kavramlar, son yıllarda artık bir bilimsel gerçeklik olarak sıklıkla vurgulanıyorduysa da bu durum, daha ziyade belli bir uzmanlık sahibi olan teknoloji öncüleri ya da profesyonellerin eylem alanının parçası olduğuna ilişkin bir kanıyla bütünleşiyordu. Oysa ChatGBT ve benzeri programların gündelik kullanıma ve sıradan insanların erişimine açılması, bu yarı-söylence yarı bilim-kurgusal hayali birdenbire gerçeklik hâline getirdi. Teknoloji tarihinde pek az icat bu kadar hızlı bir şekilde popüler kullanıma açılmıştır. Bu hızlı yayılım sonucunda, haftalar içinde yapay zekâ kullanımı saplantısı bir çılgınlık hâlinde çoğaldı. Bu coşkulu karşılamanın içerdiği birçok duygunun varlığından bahsedebiliriz. Öncelikle çağımıza hâkim olan teknoloji-severlik ideolojisinin, insan zekâsını alt etme potansiyelini barındırdığı düşünülenler başta olmak üzere her yeni tekniği korkuyla karışık bir hayranlık güdüsüyle karşıladığına çokça tanık olduk. Bu olgu, korku filmi etkisi gibidir: Korku filmi, ne kadar korkutucu olursa olsun, bir korkuyu tanımlanamayan, konumlandırılamayan gizil hâlden çıkarıp onu cisimleştirmemizi, böylece dışsallaştırmamızı sağlar; böylece korkuyu bağırırız; eşsiz bir katharsis’tir.
Teknolojinin her gelişme aşaması, insan zekâ ve becerisiyle daha fazla aşık atmaya aday olduğu için (otomasyon, minyatürleşme, hız, algoritma takip etme ve algoritma kurma), kendini evrenin efendisi zanneden Homo Sapiens, bu kararlı ilerleme karşısında derin bir korku hissetmektedir. Ancak korku, tüketimi bir var oluş biçimi olarak sunan kapitalist piyasada, hayranlık ve şiddetli arzu hâlini alan bir teknofilia (teknoloji-severlik) olarak tezahür etmektedir. Teknik nesnelerin en yeni modeline sahip olma, sıradan ve sıkıcı hayatımızı teknik nesnelerle oyun-fantazya izleğine dönüştürme arzumuzun kökeni işte bu derin korkuda saklı olarak tanımlanabilir. Yapay zekâ programlarının hızla piyasaya sürülmesi, birçok çevrede, özellikle teknoloji saplantılı olanlarda ve gelecek tasavvuru ellerinden alınmış, tüketimle özdeşleşen gençlerin önemli bir kısmında handiyse bir festival coşkusuyla benimsendi. Yapay zekâ uygulamalarının önemli bir sorunu kuşkusuz ahlâkî nitelikte olarak belirtilebilir. Bunca cazip bir teknolojinin, en dürüst öğrenciyi bile baştan çıkarmaması çok zordur. Artık her düzeydeki eğitimde ödev kavramını sonsuza dek unutabiliriz! Eğitim programları, tasavvuru, felsefesi, yine her düzeyde köklü bir şekilde gözden geçirilmek, dönüştürülmek zorundadır. Ayrıca hayatın her boyutunda, insan zekâsını taklit ederek gelişen bu endişe verici icadın olası etkileri düşünülerek, bireyler ve karar alıcılar tarafından düzenlemeler yapılmalıdır. Teknolojinin ilerlemesi karşısında gerici bir tutum takınmak elbette ne mümkün ne anlamlıdır. Bununla birlikte, bir yandan düşünsel donanımını geliştirmeden yapay zekâya teslim olmak, insan-makine karşılaşmasında dikkate değer bir denge değişmesi anlamına gelebilecektir. Yalnızca kişinin düşünsel yetkinleşmesi (örneğin unuttuğumuz bir etkinliği bolca yapmak: Kitap okumak!) yeterli olmaz; aynı zamanda teknolojinin diline hâkim olmayı hedefleyen, ancak onu fetişleştirmeyen bilinçli bir tutum benimsemek gerekir. Zihni estetik kaygılar ve performans arzusuyla dolu tüketici bireylere indirgendiğimiz bu neoliberal dünyada tutturulması zor, ince bir denge…
Yapay zekâ uygulamalarının sanat alanına uygulanmasını talep eden, bu yöntemle sanat yapan teknoloji öncülerinin var olduğunu, önümüzdeki yıllarda daha fazla olacağını tahmin edebiliriz. Yapay zekâyla sanat yapmak, kuşkusuz deneysel bir arayış olarak belli bir yer bulabilir. Ancak sanat yapmanın meşru biçimi, hatta git gide ana akım (özellikle popüler kültürde) sanat yapma pratiği hâline gelmesi, insanın yaratıcı gücünü aşamalı bir şekilde aşındırma riskini barındırmaktadır. Bu eğilimin öncülleri, örneğin ‘aranjörlük’ mesleğinin yok oluşunda gözlemlenmiştir. Türkiye’de 1960’lardan itibaren gelişen kentli popüler müzik alanının vazgeçilmez ögeleri, eseri tek sesli ezgi yapısından çoksesli orkestra uyarlamasına dönüştüren, böylece ona sanatsal bir renk katan kişilere o yıllarda ‘aranjör’ adı verilmiştir. İlk aranjörler, ciddi konservatuar eğitimi almış, armoni, kontrpuan, orkestralama bilgisine sahip kişilerdi. İşledikleri eserlere büyük emek sarf ediyor, kağıt-kalemle ince iş yapıyor, özgün fikirler, dinleyiciyi içten yakalayan küçük buluşlar ekliyorlardı.
Oysa MIDI sistemlerinin gelişmesi, müzik emekçilerinin yerini müzik câhili esnafın almasına yol açmıştır; zira artık o özgün zekâ parıltısı gerektiren kompozisyonları talep etmeyen bir kitle (özellikle 1980 sonrasında) geliştikçe, incelikli ve zekâ işi bir müziği yapacak yetkin insanlara da gerek kalmıyordu. Üstelik otomatikleşmiş sistemler, hazır kalıplar sunarak, özgün buluşları tesviye ediyordu. Bugün, yapay zekâ uygulamalarıyla bu ilksel eğilimin çok ötesine geçme olasılığı somut olarak belirmiş durumdadır. Yapay zekâ, kuşkusuz birçok alanda insanın işini kolaylaştıracak atılımları yapma potansiyelini barındırmaktadır. Örneğin astronomide, gözlem derinliği arttıkça baş etmesi güç hâle gelen görüntü ve verileri tasnif etme sorununu belli ölçüde yapay zekâ çözmektedir. Bunun gibi birçok alanda tasnif ve mekanik düzenleme işlerinde yapay zekânın birçok yararı olacağı ifade edilebilir. Ancak sanat gibi, insan zekâsının en keskinleştiği ve sınırları zorladığı alanlarda yapay zekânın kullanımı hem yararsız hem anlamsızdır; zira sanat, kimilerinin sandığı gibi, salt estetik bir kurmaca alanı değildir; estetiğin etikle buluştuğu noktada bir emek etkinliğidir. Oysa makinenin yaptığı, yapacağı sanat, ne kadar mükemmel olursa olsun, etik bir dayanağı olmadığı için emek işi de değildir. Bir yazılım sayesinde Berlin Filarmoni Orkestrası’nın tınısını elde etmek, yorumsal değil matematiksel anlamda ‘mükemmel’ bir icrasını taklit etmek, daha doğrusu, ondan daha kusursuzunu elde etmek mümkün olabilir; ancak bu sanat olmayacaktır. Bunun iki temel nedeninden biri emeği dışlamasıysa, ikincisi, insanının en temel ayırıcı özelliklerinden biri olan kusurluluktur. İnsan aklı, doğayı dönüştürecek kadar gelişkin, bu çabasından simgesel ifadeler üretip kuşaklar ötesine taşıyacak kadar ayrıcalıklı konumdadır. Ancak insan aklı, bütün bu yetkinliğine karşın kusurludur; onu özgün ve değerli kılan da kusurluluğun ta kendisidir. Bir müzik icrasında hayranlık uyandırıcı olan özellik, sanatçıların kusursuz çalabilecek kadar yetkin olmaları değildir; bütün yetkinliğine karşın her an hata yapma olasılığına meydan okuyarak kusursuz (ya da kulaklar algılamasa bile neredeyse kusursuz) çalmaktır. Özetle sanat, kusursuzluk iddiasını kusurlu zekâyla savunabilme azminin ürünü olarak nitelendirilebilir.
Teknolojinin gelişimi kaçınılmaz olduğu kadar insan uygarlığını geliştirici özellikler barındırır. Bununla birlikte, insanın var oluş koşulları olan etik bir varlık olma ve bu doğrultuda emeğiyle doğayı dönüştürme olgularını dışlayan bir teknoloji tasavvuru, insanın kusurlu zekâsını önemsizleştirebilir. Yapay zekâ tartışmaları, bu yapısal süreci yalnızca berraklaştırmaktadır.
Teknolojinin gelişimi kapitalist üretim ilişkilerinin bir uzantısı olduğu sürece, insanın gayri-insanîleşmesi engellenemez.
ALİ ERGUR
1 Temmuz 2023, Denizli