Doğu toplumu olmak böyle bir şey galiba.
Bunu söylerken doğu kavramı altında toptancı bir yargılamanın amaçlanmadığı açık. Ondan daha çok, günümüz ölçütleri içinde çağdaş, çoğulcu ve yaratıcı düşüncenin uygulanırlığı göz önünde bulunduruluyor. Çünkü coğrafya anlamında bize göre çok daha doğuda yer almasına karşın – Japonya örneğinde olduğu gibi- düşünce bakımından çağdaşlığı yakalamış toplumlar bulunduğu kesin.
Öyleyse burada vurgulanmak istenen bir başka olgu.
Bizim de içinde yer aldığımız Arap ideolojisinin dünyaya bakışı söz konusu.
İlk bakışta biraz uzak ve sınırları zorlayıcı bir yargı gibi görünse de, buradaki dogmatik anlayışın toplumlar üzerindeki baskıcı ve koşullandırıcı yapısına sözü getirmek gerekiyor.
Bu bakımdan Arap ideolojisi çemberi dışına düşmekle birlikte ‘doğu’lu sistem içinde kalarak benzer eğilimleri yansıtan toplumlar da bulunduğu unutulmamalı. O zaman, bir ayraç açarak daha genel bir perspektiften bakıldığında, aynı noktada buluşulan bir kör noktanın varlığını görürüz. Bir başka deyişle, toplumların kültürel oluşumdan aldıkları paya göre davranış kalıpları geliştirdiği su götürmez bir gerçeklik.
Düşüncenin malzemeye yansımış somut göstergesi olan sanat, burada değinilen baskıcı uygulamadan en çok pay alan bir yapılanma olarak durur karşımızda. Özellikle sorgulanmayı sevmeyen düşünce sistemlerinin önündeki en büyük engelin sanat olması kaçınılmaz. Nedeni açık. Yaratıcı düşünce, kendisine zorla dayatılan ve kesin uymayı buyuran baskıcı yönetimler karşısında direnen bir gücün bayrak taşıyıcılığını yapar. Bu çatışmanın heykel sanatı üzerinden yapılması yabancısı olmadığımız bir durum.
Olumsuz örnekleri saymaya gerek var mı?
Şu saptamayı öncelikle yapalım.
Heykel sanatı sevilmiyor bizde.
Özellikle tutucu yönetimler açısından onların yok edilmesi en köklü çözüm yolu.
İşte yukarıda değindiğim Arap ideolojisinin alttan alta süren etkisi bu. Afganistan’daki Buda heykelinin Taliban güçlerince bombalanması olayı belleklerden silinirken bizdeki İnsanlık Anıtının 2011 yılında kesilerek yok edildiğine tanık olduk. Tanrı büyüklüğünü haykıran Arapça söz eşliğinde işlemin gerçekleştirilmesi olayın dinsel bir niyet taşıdığının açık kanıtı. Şimdi de komşu Irak ve Suriye’de İslamcı terör örgütlerinin geçmiş uygarlıklara ait heykelleri parçalaması gündemde. Antik Harta kentindeki sanat yapıtlarının balyozlarla nasıl parçalandığını televizyonlarda izledik. Yine bildik aynı haykırışların gölgesinde.
Bunları görünce İbni Haldun’u anımsamamak olanaksız.
1332- 1406 yılları arasında Kuzey Afrika’da yaşamış bu toplum bilimci ve tarihçi, sanatçıların Araplardaki azlığına değinirken onları “yerleşik yaşama (el-‘umrân el-hadarî) bu yaşamın sanatlarına ve yapıtlarına herkesten uzak, kökleşmiş bedeviler” olarak niteler. “Onun için Arapların ülkesinde ve İslam ile birlikte ele geçirdikleri bölgelerde çok az bir sanat uygulaması vardır..” (Mukaddime, cilt: 2, sy: 212)
Geçmişteki bu sözlere bakıldığında hem bir şeylerin o günden bugüne değişmediğini hem de sorunun temelinde yatan düşünceyi daha kolaylıkla anlayabiliyoruz. Değinilen ideoloji etki alanı içindeki toplumlarda aynı etkisini bugün de sürdürmekte.
Yukarıdaki genel çerçeve, konuyu daha yakından ve dayandığı düşünsel temellerin anlaşılması açısından çizildi.
Bu noktadan hareketle Ankara’nın sanatsal geçmişindeki bir diğer olumsuzluğa dikkat çekmek istiyorum.
Gelişen olayda, Mehmet Aksoy’un “Periler Ülkesinde” adlı heykeli Altınpark’taki yerinden 1994 yılında kaldırılmıştı. Eylem sırasında “Böyle sanatın içine tükürme” özlü tepkisini veren belediye başkanı şimdi de Atatürk Orman Çiftliği kavşağına yerleştirdiği yurt dışından getirttiği “Robocop” heykeliyle gündeme oturdu. Karşısına geçildiğinde izleyici üzerinde nasıl bir etki bıraktığı sorunu önemli.
Heykele konu seçilen varlığın kimliği açık.
Amerikan bilim-kurgu sinemasının kitlelere sunduğu robot polis ya da uzaylı yaratık modelinin benzerini kamuya açık bir alana yerleştirmenin mantığını sergilemek zor olmasa gerek.
Bir yapıtın, tematik açıklamasını, yalnız başına ele almanın onun anlaşılması açısında yeterli olmayacağı açık. Asıl olanın, onunla birlikte anlatım dili gerçeğini göz önünde bulundurmak zorundayız.
Burada kamuya sunulan duygusuz ve cezalandırıcı bir makine var.
Daha ötesinde bir robot.
Robocop’un, Atlantik ötesinin kendi ideolojisini dünyaya yayma adına biçimlendirerek görsel açıdan yaymaya çalıştığı bir sistemin simgesi olduğunu vurgulamaya gerek var mı?. Günümüzdeki şiddet olaylarının ayrılmaz bir parçası olarak belleğe işlenen görüntülerden birinin heykel biçiminde kalıcı kılınmasının gerisinde yatan anlayışı, geçmişte kalan bir haberin içeriği anlamamıza yardım eder belki.
NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanı ve Avrupa’daki ABD güçlerinin komutanı Orgeneral James Jones’un aldığı karar her yönden ilginç. Jones, Avrupa’daki ABD askerlerine, Kurtlar Vadisi-Irak filmini eleştirerek gösterildiği sinemalardan uzak durmaları buyruğunu veriyor. Görüşleri özetle şöyle: “Kamuoyunun ilgisini çeken filmler, fikirlerin şekillenmesini etkiler…Önemli olan, duyguların şu veya bu şekilde alevlendirilmemesi.” (Cumhuriyet, 10 Şubat 2006)
Demek ki, filmler fikirlerin şekillendirilmesini etkiliyormuş. Zaten bunu anlayabilmek için bu sözlere gereksinimimiz yok. Yıllardır izletilen filmlerle Kızılderililerin ne denli kötü ve vahşi olduğu, tüm Rus (Sovyet) subaylarının alkolik ve vatanını sattığı, üçüncü dünya ülkesi yöneticilerinin zayıf ve korkaklığı belleklerimize kazınmadı mı?
Haberdeki ‘film’ sözcüğünün yerine ‘heykel’ gibi bir başka yapıt da konabilir mi? Sonuçta kitleyi etkileyebilecek bir görsellik ürününün varlığı söz konusu.
Olayın değişik bir yönü de, geçmişinde sanatın içine tükürme yeteneği olan birisinin sanat olayına bulaşarak kendi anlayışında ve niteliği tartışılır bir nesneyi alana dikmesidir. Geçmişte var olan ve kent meydanlarında yer alan heykellerin sökülerek gerilere itilmesine karşılık şimdiki gibi bir kitleyi Ankara halkına sunmanın gerisinde yatan düşünceyi anlamak zordur. Ama şiddeti kutsayıcı ve halkı robotlaştırma niyeti taşıdığı açık.
Eğer öncekilere karşı gösterilen olumsuz davranışlar olmasaydı bu olaydaki mantığı kavramak belki de daha kolay olacaktı. Ancak, yapılan seçimlerde insanların savunduğu ideolojilerin yattığı gerçeği unutulmamalı. İşine gelmeyeni yıkıp, parçalayıp yok etme.
Bu anlayış doğulu yanımızın dışa vurumu galiba. Asla vazgeçemediğimiz huyumuz. Topluma kendi değer yargılarımızı kabul ettirmenin kutsal söylemlerle süslenmiş şekli. Şurası bir gerçek ki, bizim gibi toplumlarda heykel sanatı politik oyunların tam ortasında yer almaktan kurtulamıyor.
Özellikle tutucu politikacıların, onun üzerinden halka karşı uyguladığı popülist söylemlerle gündemde kalmayı sevdikleri kimsenin yabancısı olmadığı bir davranış.
Neyse, şimdi –niteliği tartışılır olsa bile- bir şeyler dikerek yıkma dönemini atlattık sayılabilir miyiz?
Bekleyip göreceğiz.