Toplumca zor günlerden geçiliyor.
Yazıya böyle bir girişle başladıktan sonra duraksamamak elde değil. Çünkü kaynayan bir kazana benzeyen ülkede “zor günler” kimler için geçerli. Gerçekten de yaşadığımız günler için söylenecek yargı bu mu olmalı?
Eğer böyleyse, toplumun çoğunluğu yaşanan bu zorlukların ne denli ayırdında? Dahası, giderek karmaşıklaşan süreçte kültür ve sanatın yeri nerede?
İşte yanıtlanması bekleyen sorular dizisi.
Şimdi denecektir ki, içine yuvarlandığımız savaş ortamında sanatın sırası mı?
Öncelikle adını doğru koymakta yarar var. Bugün adı konmamış bir savaşın tam ortasındayız. Biraz örtülü gibi. Yazılı ve görsel basından yansıyan haberler durumun karamsarlığını yeterince yansıtmıyor.
İlkin, ülkedeki egemen politik havanın durumuna göre sanatın konumunu görmeli.
Herşeyin terörle savaşa endekslendiği bir ortamda, toplum bilincinde uykuya yatırılan yaratıcılık ve güzele ilişkin soruları aramak boş bir uğraş. Çünkü yalanlarla beslenen bir ülke olduk. Bir günden ötekine aynı ağızdan çıkan yalanların korkunçluğu kimselere çelişkili gelmiyor artık. Galiba en korkuncu da bu. Uyuşturulmuş bir kalabalığa dönmüş gibi koca ülke. Bizdeki bu balık belleği oldukça, istenildiği gibi yalan söylemenin hiçbir sakıncası olmaz. Çağdaş kişiliğin oluşmadığı, sorgulamanın uzaklarda kaldığı bir toplumda isteyen istediği yadsımada bulunabilir ya da yalanı söyleyebilir. Söz konusu eylemde bulunan kişiler ciddi bir tepkiyle karşılaşmadıklarından olsa gerek, olumsuz eylemlerinini çıtasını giderek yükseltmekte sakınca görmüyor.
Bir günün bir başkasıyla uyuşmadığı yalanlara ciddi bir ülkede rastlanması olası mı? Hergün söylenenlere dikkat edilirse, bu süreçte en çok yaralanan kurum iletişim aracı olan dilimiz.
Arapça sözcüklerin bolca katıldığı yeni bir yapı var karşımızda. Bununla anlaşılmaz ve gizemli bir havaya büründürülen söylemlerin halk üzerinde nasıl bir etki yarattığı açık. Zaten çoğunluk için Arapça, mutlaka göksellik taşıyan bir dil. Ne söylenirse söylensin –anlaşılmadığı için- kutsal bir anlama bürünmede. Böylelikle yalanın kutsanması bile gündeme gelebiliyor. Burada karşımıza çıkan sorun şu: Savunur göründükleri Arap ideolojisine göre yalan söylemek kesinlikle bağışlanmaz bir suç. Ancak uygulamaya bakılırsa söz konusu görüşün önderliğine soyunan kişilerin bu kurala uymadıkları belli. Demek ki, inanır göründükleri görüşün bir bağlayıcılığı yok. Ya da dillendirilen bu hükümler yalnızca saf insanları kandırmaya yönelik. Kısacası, yalanla yaşamak olmazsa olmaz bir davranış biçimi. Durum böyle olunca halkın yukarıdan esen politik rüzgârlara göre duruş alması kaçınılmaz oluyor. Onca olan biten arasında çok konuşanları görünce insanın aklına ister istemez “Dunning-Kruger Sendromu” gelmez mi? Cornell Üniversitesi’nden iki psikoloğun (David Dunning ve Justin Kruger) yaptıkları araştırma onlara 2000 yılı Nobel ödülünü kazandırmıştı. İkilinin yaptığı araştırmaya göre ülkemizde bugün yaşananları anlamak daha bir kolaylaşmakta. Çünkü varılan tanıya göre cehalet, bilginin tersine, bireyin kendine olan güvenini artırıyor. Yine araştırma sonuçlarından kimilerine bakılırsa, “niteliksiz insanlar, ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.” Ayrıca “niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedirler.” Geri kalmış ülkelerde devlet gücünü yedekleyerek yürütülen bu uygulamanın kısa sürede sonuç vermesi kaçınılmaz.
Sosyo-genetiğin ilgi alanı içine giren bu davranış biçimi incelenmeye değer. Yüzyıllar süren kuvvetliye boyun eğme geleneğinin giderek kalıtsal bir özelliğe dönüşmesinin bilimsel dilde açıklaması böyle işte. Bilisiz kişilerin toplumu kalkındırma gibi bir endişelerinin bulunmadığını söylemek için derinlemesine inmeye gerek yok. Bu nedenle kamusal kaynaklar, kültür ve sanat benzeri kurumlar yerine saldırganlığı kışkırtacak alanlara kaydırılacaktır. Yaratılan karmaşa ortamı içinde kitleler hem daha kolay yönlendirilebilir hem de kimi konuların halkın gözünden kaçırılması kolaylaşır. Ne demek istendiğine bir de rakamsal açıdan bakmakta yarar var. Elimizdeki “Kültür Sanat Sen”in yaptığı saptama sonuçlarına göre 2016 yılı Genel bütçenin önceki yıla göre artış oranı % 17.10. Bu rakamlar içinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ayrılan pay, genel bütçenin % 0.46’sına denk gelen 2 milyar 627 milyon TL. Genel bütçe % 17.10 artarken Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesi % 0.03 oranında azalmış. Başka bir deyimle kültür ve sanata ayrılan pay % 1 bile değil. O da ancak maaş ve kurum giderleri gibi cari harcamaları karşılar. Bu demektir ki, devlet söz konusu alandan elini eteğini çekmiş durumda. Tablo çok net. Yöneticilerin gündeminde adı geçen alanlarla ilgili en küçük bir yakınlaşma isteği bulunmuyor. Tersine, var olan kültür ve sanat yapıtlarını yok edebilmek için her tür yola başvuruyorlar. Bu eylemleri gerçekleştirenlerin dayanağının Arap ideolojisi olduğu su götürmez bir gerçeklik. Onların kendi topraklarındaki yıkıp, yakma geleneği dinsel söylemlere sarılıp kitlelerin önüne konulmakta.
Kısacası örgütlü bir saldırı karşısında çağdaş toplum. Eğitimin dinselleştirilmesiyle sorgulamayan yığınların çoğaltılması hedefleniyor. Kısıtlanan kamu kaynakları eşliğinde hergün daha bilisiz ve saldırgan kitlelerin yaratıldığını görmek zor değil. Tek yönlü koşullandırılan bu insanları yalanla beslemek inanılmayacak denli kolay. Tarihte birçok örneği görülen popülist politikacıların yaptığı gibi, sürekli konuşma, sürekli yalan tekniğiyle olmayan düşünme yetisinin sıfırlandığı günlerdeyiz. Hedefe çağdaşlıktan uzak böyle bir kitle yetiştirilmesi konulmuşsa, elbette devlet olanakları sanat ve kültürden çok başka alanlara kaydırılacaktır.