Ülkemiz yoğun ve acılı süreçlerden geçiyor. Kimi kez olaylarla gerçekler birbiriyle karıştırılıp öne sürüldüğü dikkatlerden kaçmıyor değil. Söz konusu karıştırma işleminin bilinçli yapıldığına kuşku yok. Çünkü gerçeğin acı yüzü geniş kitlelere ulaştırılmak istenmediği için sözcük oyunlarıyla gündem doldurulmaya çalışılıyor. Benzer kriz dönemlerinde olduğu gibi vitrinlik yetkililerin yanı sıra bu kez de ortaya salınan sakallı ve takkeli kimilerinin, dinsel söylemlerle acılı insanların kabaran isyan duygularını uyuşturma görevi üstlendiğini izledik. Onlar, madencileri ve yakınlarını yaşadıkları gerçek dünyanın cehenneminden sonra sanal cennet sözleriyle avutmaya çalıştılar.
Nedense cennet, hep bu tür insanlar için var sayılır. Onlara bu dünyada elde edemediklerini ancak bir başka ütopyada sahip olabileceklerinin düşüncesi aşılanır. Zaman içinde acıların hafifleyeceği, yaşamın günlük telaşı içinde belleğin bunları sileceği bilinir zaten.
Böylesi bir anlatımın nereden çıktığı merak konusu olabilir. Sanatla ilgili bir köşede gerçeklikle sanallığın birbirine karıştırıldığı Kafka’sal bir dünyanın gündeme getirilmesinden daha doğal ne olabilir? Bir yerlerde kaynağı vardı ama şu an elimin altında bulunmadığı için belirtemediğim bir deyiş tam da anlatılmak istenenleri çağrıştırıyor: “Sanatın yaşamı taklit ettiğinden daha çok yaşam sanatı taklit eder.”
Sanat, burada olduğu gibi gerçeğe öncülük işlevini üstleniyor. Daha doğrusu gerçeğin bilinçteki yitip gidecek izlerini kalıcılığa dönüştürüyor. Şöyle bir anımsayalım. Zamanında çok büyük acılara yol açmış nice olay bir süre sonra unutulmanın karanlık koridorlarında silinip yok olmadı mı? Hem de geriye bir şey kalmamacasına. Ama onlardan yola çıkarak ortaya konan sanat yapıtları dipdiri ayakta bugün.
Resme geçmeden önce konuya bir romanla giriş yapmak daha yararlı olacaktır sanırım.
Emile Zola’nın 1867’de yazdığı Germinal romanı, 1860’lı yıllarda Kuzey Fransa’daki kömür ocaklarında yaşanan olayları tüm gerçekliğiyle anlatır. O karanlık koridorlarda geçen ve yeryüzündeki oyunların yansıtıldığı bir aynayı çevirir yüzlerimize. Kitabın sonunda da geleceğe yönelik umutların diri tutulduğu bir anlatım buluruz.
Her şeye karşın yaşanacak güzel günlerin varlığını anımsatmaktan geri durmaz yazarımız. Öyle ki, Zola 29 Eylül 1902’de öldüğünde cenazesinde toplanan kömür işçileri hep bir ağızdan “Germinal! Germinal!” diye bağıracaktır. Sanatın ve sanatçının toplumuyla bütünleşmesini anlatacak böyle bir örneğe az rastlanabilir. Ayrıca, sanatın kitleleri bilinçlendirmesindeki rolünü gösteren en güzel örneklerden biridir bu olay. Kimi yönetimlerin sanattan bu denli korkmalarının nedenini açıklamıyor mu bu olanlar?
Bu kısa ara notu, bizden bir sanatçının resmini okumaya giriş olması anlamında yazdım. Onun, karşımda duran “Maden İşçileri” resmine baktıkça Zola’yı anmadan geçmenin haksızlık olacağına inandığım için eklediğimi belirtmem gerekti.
Söz konusu ressamımız Namık İsmail.
1890-1935 yılları arasına 45 yıllık bir yaşam süresine sığdırdığı sanatı yanında işin kuramsal boyutunu göz ardı etmediği onca çalışmaya burada değinmemiz zorunlu görünüyor. Samsun’da başlayıp İstanbul’da sona eren yaşamının 21. yaşında Paris’e gider genç sanatçımız. Ancak onun kişiliğinin oluşmasında daha öncesinin, orta öğrenimi sırasında okuduğu Galatasaray Lisesi’nin müdürü Tevfik Fikret’in izlerini yok sayamayız.
Paris’te sırasıyla Julian Akademisi ve Cormon Atölyesi’ne devam eder. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu dönem yarıda kalacaktır. 1914’te yurda dönüp Kafkas cephesinde savaşa katılır. Bu sırada Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın düşünsel öncülüğünde kurulan Şişli Atölyesi’nde görevlendirildiği için İstanbul’a dönecektir. Burada toplanan bir grup ressam, savaş coşkusunu ve ulusal bilinci diri tutma anlamında savaş konulu resimler yapmakla görevlendirilmiştir. Hazırlanan cephe dekoru ve model duran askerler, sanatımızda belli bir yeri olan bu dönemin önemli resimlerinin ortaya çıkmasında rol almıştır.
Namık İsmail, toplumcu düşüncenin sanatla kaynaşmasında ve yaygınlaştırılmasında belli bir disiplin anlayışını savunur. Akademi yöneticisi olduğu dönemde hazırlayıp Ankara’ya gönderdiği raporlarla resim dersinin okul programlarında yer almasını önerir. Ayrıca, “Yurt Gezileri ve Yurt Resimleri” projesinin düşünsel öncülüğünü de yapacaktır sanatçı. “Türkiye Sosyalist İşçi ve Çiftçi Fırkası”nın genel sekreterliği görevini üstlenen ressam için sanatla yaşamın bütünleşmesi zorunludur. Yaptığı ve bugün müzelerimizde yer alan onlarca yapıtı dışında “Maden İşçileri” resmine, sanatçının burada değinilen düşüncelerinin somutlaşmış örneği olarak yer vermenin gerekliliğine inanıyorum. Dünde kalmış gibi görünen o resimde, günümüzün ucuz politikalarına yem olarak ve yeri geldiğinde oy makinesi yerine geçen insanların dramı yatıyor. Sanat bir kez daha yaşamın önüne geçiyor burada. Çünkü biliyoruz ki, bugün yaşanan acılar bir süre sonra unutulacak ve insanlar öldükleriyle kalacaklar. Bireysel yokluklar ne denli büyük olursa olsun, toplum bilincinde yarattığı çalkantının durulmasıyla ortadan kalkacaktır. O gelip geçiciliği yarına taşıyacak olanın sanat gerçeği olduğu unutulmamalı.