Hayatı anlamak bir çiçeğe, bir böceğe verilen değerle başlar. Kırda yürürken ‘’çiçeğe mi basıyorum, böceğe mi’’ titizliğini, duyarlılığını gösterebildiği oranda insandır. Başkalarıyla, toplumla ilişkinin de temel ölçütü bir karıncaya, bir çiçeğe verilen değerle meydana çıkar.
Bir çiçek bahçesine giren öküz, yiyebileceğini yer, yiyemeyeceğini de çiğneyerek, üzerinde yatıp yuvarlanarak yok eder. Benzetmeler, karşılaştırmalar anlatılmak istenenin önemini, hatta vahametini vurgulamak, dikkatin daha da yoğunlaşmasını sağlamak içindir kuşkusuz.
Çiçek bahçesi gibidir bir toplum. Bu çiçek bahçesinin özüne-gizine yakışır insan modeliyle anlam kazanır. Nasıl bir insan modeli, nasıl bir çiçeksi insan*çiçek bahçesi; nasıl bir insan doğa ilişkisi? Buraya giren bir insan da yiyebileceğini yemeye, yiyemeyeceğini de çiğnemeye başlıyorsa bu öküzden bir farkı olamaz. Bütün mesele insanla hayvan arasındaki çizgide nerede olunduğunun bilincini kazanabilmektir.
‘’İlkbaharda usul usul yürü, toprak ana hamiledir’’ veya ‘’İlkbaharda toprağa dikkatli bas, toprak ana hamiledir’’ diyebilen insan soyunun bıraktığı bir emanet olan doğanın tek düşmanının yine insan olması üzerinde en çok düşünülmesi gereken evrensel sorundur. Bizde çok kullanılan sözdür ‘’miras’’. Ama en çok kullanılan da ‘’Mirasyedi’dir.
Atalarımızdan kalanı miras saydığımız için tam bir mirasyedi, tam bir harcama hovardalığıyla pek çok değerimizi yedik, yedirdik, bitirdik. Bu nedenle gelin bu miras sözcüğü yerine ‘’Emanet’’ diyelim, bunun arkasında ‘’Emanete ihanet’’ gibi çok ağır bir yükleme var en azından.
Yukarıda insan tanımı ve gerçek insan duyarlığı ile başladık söze. Duyarlığı, sorgulama bilinci, ahde vefa gibi insanı yüreğinden bağlaması gereken konularda da istenen, beklenen duyarlığı bulabilmek ya da bulamamak ayrı bir iç yarasıdır günümüzde. Ne acıdır ki tartışılmaması gereken ‘’İnsan’’ kavramı bile cılk olmuş yumurtaya döndü.
Buna rağmen biz yine de temel değerler üzerinden umutsuz olmamak ‘’İnsan ve insanlık’’ konularını umutla, iyimserlikle irdelemek, gerçek insanoğlu kimliğinden şaşmayan bütün insanlara saygımızı her dem taze tutmak zorundayız.
İnsan-doğa ve doğa-insan kavramları birbirinden ayrı düşünülmemesi gereken iç içe yaşam ilişkisidir. Yaşadığımız evrensel salgın bu konunun ne denli hayati olduğunu; yalıtım nedeniyle insandan uzak kalan doğanın nasıl kendine gelmeye başladığını somut örneklerle yaşadık. ‘’Topraktan geldik, toprağa gideceğiz’’ sözü her ne kadar dinsel bir güdüleme gibi sayılsa da yaşamın şaşmayan gerçeğinin ifadesi. Sevimsiz de olsa insanın toprakla buluştuğu mezarlar ve mezarlık ziyaretleri insanın geçmişi, günü ve geleceği sorgulaması açısından çok şeyler ifade edebilir.
Şaman atalarımız ‘’Suyu, Havayı, Toprağı kirletmeyeceksin’’ derken hayatın temel dayanaklarını net olarak özetlemişlerdir. Bizler atalarımıza ihanet etme yarışı içindeyiz.
Bizde son 50 yılımızın bu konuda simge adlarından biri ‘’Toprak Dede’’ sıfatını milyon kez hak eden 2020 yılında 97 yaşında kaybettiğimiz Hayrettin Karaca’dır.
Hiç unutmam, bir tarihte medyada onun yıllardır eskimiş bir kazakla gezdiğini yazdılar, çizdiler, konuştular. Biraz alay, istihza, biraz eleştiri ile. Aslında onun vermek istediği asıl mesajı anlamamak için duyarlılık denen insani özelliği yok sayarak. Şartlanmış duyguların, yapay ilişkiler zincirinin, ‘’öze değil görünüşe selam veren’’ anlayışın yansıması. ‘’Can dâhil, her şeyin emanet olduğu bir yaşam içindeyiz; giderken ne götüreceğimiz, ne götüremeyeceğimiz belli. Geride sadece yapılanlar, topluma, doğaya, insanlığa atılan çentikler kalır; mala, mülke, giysiye-miysiye bu ölçütler içinde yer yoktur.’’ diye bangır bangır bağırması mı gerek insanın. Anlamak isteyen en küçük bir jestten de çok şey anlayabilir. Şu görseldeki duyguyu ne kadar hissedebildik?
Ne kadar anlayabildik, ne kadar değer bilebildik, son zamanlarda yaşanan doğa katliamlarından başlayarak sorgulamamız gerek.
Bundan elli yıl önce Türk eğitim sisteminin önemli okullarından biri olan Arifiye Öğretmen Okulu’nda öğretmen ve yönetici olarak görev yapıyordum. Öğretmen Okulları’nın kuruluş yıldönümü kutlamaları sırasında Köy Enstitü döneminden mezun öğretmenleri okula davet ederdim. Gelen her eski mezunun ilk işi öğrenci iken diktiği ağaçlarını arayıp bulmak ve onlara sarılmak olurdu. Onların bu duygusal buluşmalarıyla, evlatlarıyla buluşmaları arasında sanırım hiç fark yoktu. Onlarla birlikte ben de ağlıyordum, çoğu kez. Çünkü benim de İvriz’de daha 13 yaşlarında dikmeye başladığım, büyümeleri için çabalar harcadığım ağaçlarım vardı. Aynı dünya görüşü ile yetişen arkadaşlarımızla kendi aramızda amansız bir yarış yapardık, ‘’benim ağacım daha çabuk büyüsün’’ diye. Arifiye’de Köy Enstitüsü öğrencilerinin alın teri, emekleri ve sevgileriyle dikip yetiştirdikleri meyve bahçelerimiz, ormanımız, yerleşke içinde binaların, dersliklerin aralarında bütün yollarda meyveli meyvesiz ağaçlarımız vardı. Biz bunları korumak için elimizden gelen bütün çabayı harcıyorduk. Yılda 40 tona yakın meyve alıyorduk. Benzer duygu dünyasının yarattığı bir insan modeli olmanın hassasiyeti ile. Bizim gibi kadroların I. MC tarafından sürülmesinden, dağıtılmasından çok değil, bir iki yıl sonra meyve bahçelerinin tümünün kesildiğini, meyveliklerin tarlaya çevrildiğini iç sızısı ile öğrendik.
***
Doğa sevgisi, çiçek, böcek sevgisi gibi ne yazık ki hafife alınan, hatta çok naif bir insan modeli sayılan bir anlayışın yok edilmeye çalışıldığı, onun yerine takır-tukur, vandal anlayışta insan modelinin egemen kılındığı 21 yüzyılın ilk çeyreğindeyiz.
Bu konuda son yıllarda çok konuşulan ve videolarla, söyleşilerle gündemde olan yaşlı bir idol insan daha var. Dünyanın öteki anakarasında Jose Mujica.
‘’Benim Uruguay’ın Devlet başkanı olmam önemli değil. Bu konu üzerinde çok düşündüm. Tek kişilik bir hücrede 10 senemi geçirdim. (İlk iki buçuk yıl vücuduma tek damla su değmedi). Bir kitabın kapağını açmadan 7 yıl geçirdim. Yeteri kadar vaktim oldu. Bu bana düşünmek için zaman verdi. Keşfettiğim şey şudur ki: Ya hiç kimseye yük olmadan, az ile yetinip mutlu olursun, çünkü mutluluk içindedir; ya da hiçbir yere varamazsın. Yoksulluğu savunmuyorum. Sadeliği savunuyorum. Ancak sürekli büyümek isteyen tüketici bir toplum icat ettik. Büyüme olmazsa, bu üzücüdür. Ama gereksiz ihtiyaçlarla bir israf dağı icat ettik. Sürekli almalısın ve atmalısın. Boşa harcadığımız hayatlarımız aslında. Bir şey satın aldığımda ya da siz bir şey satın aldığınızda karşılığında para vermiyorsunuz. Verdiğimiz aslında vaktimizdir. O parayı kazanmak için harcadığımız vakit. Bunlar arasındaki fark yaşamı satın alamazsınız. Yaşam akıp gider. Hayatı boşa geçirmek özürlülüğü kaybetmek korkunç bir şeydir.’’ (Emir Kusturika ile söyleşi, video konuşmasından)
Devlet başkanı Jose Mujica, Cumhurbaşkanlığı sarayı, doğal yaşam mekânı-evi, köpekleri, tavukları ile.
***
Japonlar doğa ile ilişkilerini bir ibadet olarak görür.
Bir belgesel vardı, Sano Toemon adında 93 yaşında bir Japon’un devrilen bir kiraz ağacını kurtarmak, yaşatmak için mücadelesini, herkesi seferber edişini, umutla, sabırla bekleyişini anlatan. ‘’Ülkenin her yeri kiraz ağacı ormanları ile dolu iken devrilen bir ağacı kurtarmak da ne oluyor ki…der çıkardık biz. ‘’Bir ağaç eksik oluversin canım; parçalar odun yapar, yakarız, ne güzel’’
Prof. Hasan Pekmezci