‘’Yavrıım, bunnarı aman öldürme. Bak şöle elcazınla al, şöle bi yer gaz, çapanla. Oraya göm, üstüne de su dök, onnar ölmesin’’
1950’lerin başıydı, yanında yaşadığım; yaşadığım her gün mutlaka bir şeyler öğrendiğim ve bugün de unutmadığım İrez Gocanam’ın bana verdiği derslerden biriydi bu. Köyden çok uzakta, Uludere denen bölgede küçük bir bağın, küçük bir sebzeliğinde çeşitli sebze ve yeşillikler yetiştirmek için uğraşırken, aslında toprakla içli dışlı olurken içinden çıkan solucanlarla ilgili bir ders.
‘’Şööle elinle alacan. Gorkma heç bişi yapmaz, yavrııım gorkma’’ Toprak olur da solucansız olur mu? Bunnarsız olmaz’’ diye de eklerdi. Çocukluk bu ya elimi değeyim mi, değmeyeyim mi, Gocaanamın dediğini yapayım mı, yapmayayım mı ikilemi içinde durakladığımı, geri çekildiğimi görünce zorla doğrulttuğu, doğrulmaya çalıştığı bükülmüş beline rağmen irice bir solucanı eline alıp çapasını baston gibi kullanarak yanıma geldi bir iki sendelemeyle.
‘’Gel beri’’ dedi ya peşindeyim, bağda bize en yakın bir asmanın dibinde çapasıyla bir yer açtı, solucanı oraya koydu, okşarcasına. Üzerine de un gibi toprak, avucunda ufaladığı. ‘’Birez su getir buraya, üstüne dök’’ dedi. Koştum, küçük derenin çok az akan suyunun önüne taşlarla yaptığım yalaktan helke ile birkaç avuçluk su getirdim, gösterdiği yere döktüm. ‘’Gayri ölmezler burada’’ dedi, gözümün ta içine, aslında ta yüreğime bakarak. Çünkü ölme, ölüm bu yaşlarda tanığı olduğum; beynimde, duygu dünyamda çok derin yaraları olan sözlerdi: ‘’Gayri ölmez burada’’. Bir solucan ölmeyecekti, demek ki başka solucanlar ölmemeliydi. Neden, niye gibi soruları sordurmayacak kadar bende izleri olan, yoğun etkileri olan bir söz dizisi.
Benim durgunluğumu, daldığımı, başka şeyler düşünmeye başladığımı hemen anladığı için başladı anlatmaya ‘’Bunnar toprağın içinde gezinir, toprak dellik dellik olur, havalanır. Ayrıca toprağı beslerler. Beslenen toprak da fidelerimizi, gavetelerimizi, büberlerimizi, soğanlarımızı, pırasalarımızı çabuk büyütür. Annadın de mi?’’ Bende sadece kafa sallama var, yanıt olarak. Ama hala bunları elime nasıl alacağımın ürküsü ile. Tekrar çapa ile çöğür yerleri açmaya devam etti, ben de onu taklit ederek kendi yerimi hazırlamaya başladım, bir iki çapadan sonra bir solucan. Elime alayım mı, almayayım mı soruları ile boğuşurken gördü halimi, ‘’al eline, bişi yapmaz ki yumuşacık’’ önce çapanın ucu ile ardından bir çöple almaya çalıştım, olmadı, çokça toprakla alabildim ancak. İleri bir yerde çukur açtım, oraya yerleştirdim, küçümen bir solucanı, üstünü ince toprakla örttüm, Gocaanam gibi; suyunu döktüm. Nasıl rahatladı içim. Öyle ya ilk kez bir solucanı yaşayacağı bir yere taşımış olmak…
Solucan da olsa bir canlının yaşamasını sağlamak. Pek çok köylünün, çiftçinin umurunda olmayacak, çapasının, kazmasının, belinin, küreğinin kaç solucan öldüreceğini, öldürdüğünü düşünecek düşünce hesabı var mı acaba, soruları dolaşmaya başladı beynimde, toprakla her içli dışlı olduğumda. Zaman içinde toprağı sadece bir toprak olarak görmek yerine onun bilinçli insanoğlunun nasıl kutsalı olduğunun sorgusu ile birleşince.
*
Solucanla tanışmamızın üzerinden 70 yıl geçti, İran’daydık. Çeşitli ibadet yerlerini de ziyaret vardı programımızda. Zerdüştlerin tapınakları da, ‘’Sessizlik Tepeleri’’ de ilgi alanımızdaydı. ‘’Suyu, Havayı, Toprağı, Güneşi kirletme’’ diyordu, Zerdüşt erenleri. Hayatın temel taşları. Elbette kirletme uyarısı ‘’Onları koru, değerini bil’’ emrini de içeriyordu. Bir dağ köyünde yaşlı mı yaşlı, beli yere paralel bükülü Gocaanam onca dağ yollarını aşarak bağına bahçesine, elmasına, eriğine sahip olma çabasındaydı. Bu da yetmiyordu, toprağın içindeki mini canlıları da koruma, yaşatma duygusu. Nasıl doğacı bir bilinç.
‘’İlkbaharda toprağa dikkatli bas, toprak ana hamiledir’’ diyen Kızılderili doğacıların, Asya Şaman kültürünün yılmaz koruyucuları atalarımızın Anadolu’daki temsilcileri değil mi Gocaanam gibi Anadolu köy bilgeleri.
*
Öyle görsellerle karşılaşıyoruz ki her biri kendine göre çok değişik duyumsama kaynağı oluyor. Son yıllarda eski fotoğraflar üzerinden anılar yazmaya başladım. Son yazım 1967’de Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisinde bir sergi sonrası çekilen bir grup sanatçımızın yer aldığı fotoğraftı. 20 ünlü sanatçımız bir karede. İçlerinde sadece bir kişi vardı yaşayan, yazımı yazdığımda ve yayınlandığında; Sevgili Hocamız Turan Erol. https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/hasan-pekmezci/ankara-sanat-ortamindan-4/2917/
17 Şubat 2023 günü onu da kaybettik. Hem de aynı gün aynı saatlerde; biri hastanede, biri evde, birbirlerinden habersiz eşi Türkan Hanımla birlikte; söz birliği etmişçesine. Şimdi ikisi Gölbaşı'nda yan yana. Çok değerli yirmi sanat insanı ve yazdığım bazı ‘’Ankara Sanat Ortamı’’ yazılarımda kullandığım fotoğraflarda yer alanların çok azı yaşamda, alanlarının onuru. Elbette tümü yüreklerimizde ve kaybettiklerimiz toprak ananın kucağında.
Duygu dünyamızın bir ucu dönüp dolaşıyor, ‘’Kara Toprak’a’’ dayanıveriyor.
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır.
1960’ların ortası. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün çok yönlü eğitim atmosferi içinde Mimar Kemalettin’in görkemli binasının salonunda haftanın her günü mutlaka bilim, kültür, sanat, edebiyat alanından çok değerli konukların öğrencilerle buluştuğu günlerden birinde Aşık Veysel sahnedeydi. Türküleri ve hayat öyküsü ile.
Bu etkinlik sonrası Felsefe dersimiz vardı. Felsefe öğretmenimiz Doğan Ergün Bey ‘’Aşık Veysel’i izlediniz, dinlediniz; sözleri, dizeleri içinde aklınızda neler kaldı’’ dedi. Herkes bir şeyler söyledi. Doğan Bey ‘’Benim sadık yârim, kara topraktır’’ dizesine vurgu yaparak ‘’günlük yaşamda sık sık kullanılan sözcükler içinden seçilerek bir araya getirilen bu beş sözcükle ifade edilen yaşam felsefesi üzerine toplumbilimsel bir kitap yazılabileceğini’’ söyledi. ‘’Aşık Veysel gibi köy bilgelerinin nasıl yalın bir düşünce ve anlatım gücüne sahip olduğunun’’ altını çizerek.
*
Baştaki fotoğraf gibi yüzlerce fotoğraf var Köy Enstitüleri’nde toprakla, tarımla bitkiyle içli-dışlı olmanın görsel öyküsü. İçinde bulunduğum aşağıdaki görsel de beni 64 yıl öncesine götürerek ‘’Ey zaman neyliyorsun sen’’ dedirtİiyor..
Bir zamanlar bu gençler-çocuklar gibi toprakla buluşturuyordu Köy Enstitüleri köy çocuklarını. Onların kimlik ve kişiliklerini geliştirdiği, cevherlerini keşfetmelerini sağladığı gibi farklı bakış açıları, farklı duygu ve düşünce fırtınaları yaratarak. Bu çocuklardan biri olma şansını bulanlardanım.
1959-60 İvriz Öğretmen Okulu tarım alanlarında, Ziraatta çalışma arasında arkadaşlarımızla. Elimle başına değdiğim sevgili Aziz Turan.1975 yılından Konya Fuarının önünde solcu diye katledildi.
Köy çocuklarıydık, hepimiz. Sözde tarlayı, toprağı biliyorduk, içinden gelmiştik. Ama her gün her zaman sevgi ve saygıyla andığımız tarım öğretmenlerimiz Salih Ziya Büyükaksoy ve Ali Tutal Beylerin çabalarıyla bir gün arıcılıkta, bir gün tavukçulukta, başka bir gün ağaçlara aşı yapmada yeni şeyler öğrendikçe ‘’ne çok şey bilmiyormuşuz’’ derdik, kendi aramızda konuşurken. Örneğin; Bir fidanı dikerken ‘’Toprağı biraz eşeledim, fidanı diktim’’ yerine kazacağımız derinliğin önemi yanında, kazdığımız toprağın üsten çıkanlarıyla, alttan çıkanları karıştırmadan ayrı ayrı yerlere konacağını…
Kazdığımız kirizmalarımız büyük fideler için seksen cm derinliğinde olacaktı. Küçüklerde de fidenin kök boğazı toprağın içinde kalacak bir derinlik. Aşılı fidelerde aşı bölümü kesinlikle toprağın üstünde ve güneye gelecek şekilde. Kuzey serin-soğuk olacağı için.
Üstten alınan toprak fidanın dibine dökülerek sıkıştırılacak. Güneş görmüş, daha çok besin değeri olan topraktır çünkü. Fidanı çabuk büyütür. Sonra alttan çıkan toprak doldurulacak. Fidanın köklerinin hava alması kesinlikle önlenecek. Etrafı iyice çiğnenerek sıkıştırılacak. Dikilen yer biraz çanaklaştırılacak, topraktan set yapılarak. Böylece can suyu ve sulama suyu burada daha çok birikecek.
En sevdiğim uygulama ‘’Can suyu vermek’’ ne güzel bir tanımlama ‘’Can suyu’’..
Bana her yerde su kullanırken ‘’aman az su akıt, bu suyu can suyu olarak bulamayan nice insan ve bitki var’’ sözünü, uyarısını söylüyor beynim. Kimine abartı gelebilir, tatlı sulu Nil Nehrinin üstündeki gemide yüzümü yıkarken de aynı duygular; Volga Nehri üzerinde de ‘’aman az aç, az su kullan’’. Yurt içi ve dışında otellerde de aynı düşünce; her gün oda takımlarının değiştirilmesini istemeyiz eşimle birlikte. Su dünyanın suyu, yıkama, deterjan, enerji bu dünyanın kaybı. Bu duygu elbette kendi ülkemizde daha da katmerli. Susuzluğun Anadolu için ne anlama geldiğini, seksen yıla yaklaşan yaşamımızın her aşamasında değişik boyutlarda yaşadığımızdan. Köyümüzdeyken evimizde harcanan bütün suları çok uzaktaki caminin çeşmesinden helkelerle; incecik kollarımın sancısından ağlamalarla taşıyan bendim. Urfa-Siverek köylerinde öğretmenken zehir gibi acı bir suyu köylülerle birlikte içmek zorunda kaldığımızı unutmam mümkün mü?
Köyümüzde bir büyüğümüze su getirdiğimizde ‘’Su gibi aziz ol yavrıım’’ derdi. Bazıları da ‘’Ölmüşlerinizin canına değsin’’. Özellikle bu söz çok hoşuma giderdi ve herkesten bu sözü beklerdim. Elbette çok önemli bir nedeni vardı bu beklentimin; bir küçüğüm, Akif kardeşimin ilgisizlikten yandığı, acılar içinde kıvranırken ‘Su, su, su verin’’ diye inlediği unutulur mu hiç. 1950’lerin başı ve köy yeri, gerekli tedavi yapılamadığından kısa bir süre sonra kaybettiğimiz.
Yaşama değgin her anı yaşı-başı ne olursa olsun; insanın kimliğinde silinmez izler bırakıyor. Davranışlarımızın, hayata bakışımızın, yaşam ve sanat felsefemizin altında bu izler var kuşkusuz.
‘’Alt tarafı su değil mi canım’’ ya da ‘’döküver gitsin. ’Dök, dök, dök’’ sözlerinin yabancısı değiliz. Bu sözcükleri kullanırken Anadolu’nun damla suya muhtaç topraklarını, o toprağın beslediği insanları, bitkileri ve dahası toprağın esas sahipleri olan börtü böceği, solucanları da düşünmek zorundayız.
Her damla su, susuzluğun ne olduğunu bilenler için insanın duygu dünyasında bir can suyudur.
Can suyunuz, can suyumuz hiç eksilmesin.
Prof. Hasan Pekmezci,
Ankara, Mayıs-Haziran2023