Bugün köşeyi dil kaptı.
100 yılı aşkın bir süre önce, 1907-1912 arasında , Çarlık Rusya’sı parlamentosunda 3. Dönem (III. Duma) milletvekili olan İbrahim Haydarov’un (İbrahim Haydaroğlu’nun) bir anısıyla söze gireceğim. İbrahim Bey, Rus parlamentosundaki 442 temsilci arasında yer alan 10 Türk’ten biriydi. “Milletler hapishanesi” terimi ilk kez Rusya İmparatorluğu için kullanılmıştı. Seçim sisteminin tüm kısıtlamalarına karşın parlamentoda yer alabilen “millet”lerin temsilcileri, Zorunlu İlk Öğretim Yasası taslağı görüşülürken ana dilde eğitim konusunu gündeme getirdiler. Görüşmeler sırasında Rus milliyetçisi bir milletvekili, Rus dilinin kültür dili olduğundan ve bütün öteki dillere üstünlüğünden dolayı Rusya’daki bütün halklar için en uygun dil olduğunu savunmuş. Bunun üzerine, bir Gürcü milletvekili söz alarak “Rus dili en üstün dilmiş, öyle mi? Gülerim buna! İncil Gürcü diline çevrildiğinde Ruslar maymunlarla çiftleşiyordu!” diyince ortalık karışmış.
100 yıl sonra bu anıyı Türkiye’de duyan biri neler düşünür? Anadilde eğitimin azınlıktaki milletler için eksilmeyen önemini mi? Kutsal kitabı anadilde okuyabilmenin bir gelişmişlik göstergesi ve övünç kaynağı olmasını mı? Kur’an’ı Türkçe okuyup anlayabilmenin ancak Cumhuriyet’ten sonra gerçekleşmesini mi?… Dil ve ulus konusunu mu? Kültür dilinin ne olduğunu mu? Dil ve kültür ilişkisini mi? Belki de hepsini…
***
Kâr amacı gütmeyen, tarafsız bir araştırma kuruluşu olan Pew Research Center, Batılı ülkelerde ulusal kimliğin nasıl tanımlandığına ilişkin bir anket düzenlemiş. 2016 ilkyazında 14 ülkeden gelen sonuçlar, ulusal dilin ulusal kimliğin kilit taşı olarak görüldüğünü gösteriyor. Hollanda %84, Macaristan %81, Birleşik Krallık %81, Almanya %79, Fransa %77, Yunanistan %76, Japonya %70, ABD %70, Avustralya %69, Polonya %67; İsveç %66, İspanya %62, Kanada %59, İtalya %59 oranlarıyla ülkenin dilini konuşmayı o ulustan olmanın ilk koşulu sayıyorlar. (www.pewresearch.org/ Global Attitudes and Trends) ABD’de bu görüşün siyah, beyaz ya da Latin Amerika kökenlilerce aynı ölçüde paylaşıldığı ortaya çıkıyor. Ancak eğitim düzeyi yükseldikçe, dinsel bağlılık azaldıkça böyle düşünenlerin oranı düşüyor! Avrupa Birliği ülkelerinde de yaşlı kesimin ve sağ siyasal görüş taşıyanların dilin ulusal kimliğin en önemli ögesi olduğu konusunda daha kesin düşündükleri beliriyor.
Farklı ulusların aynı dili kullanıyor olmaları ise artık aynı dili kullananların tek ulus gibi algılanmaları sonucunu getirmiyor. Almanca gibi; İngilizce, Fransızca gibi…
Türkçe’ye gelince, biz Türkiye’de yaşayanlar Türkçe’nin Türkiye’den büyük olduğunu unutuyoruz zaman zaman. Yine İbrahim Haydaroğlu’ndan bir anı aktarayım. Petersburg’daki seçkin yüksek öğrenim kurumlarından Yol Mühendisliği Enstitüsü’nü bitirip ülkesine Yüksek Mühendis diplomasıyla dönünce Kafkas-İran sınırında çalışmaya başlamış. Bir Rus mühendisle birlikte demiryolu boyunca at üstünde giderlerken borazan sesleri duymuşlar. İran Şahı’nın konvoyunun geçişini duyuran bu sesler üzerine atlarını dağa doğru çevirmişler. Başlarında kasket biçiminde, orak çekiçli mühendis şapkası; üzerlerinde mühendis üniforması varmış. Konvoy geçerken trendeki çocukların arkalarından Türkçe olarak seslenişini duymuş: “Ermeniii! Ermeniii! Dağda döğer harmanııı!…” İran’ı o tarihlerde yöneten Kacar Hanedanı Türk oldukları için çocukları böyle temiz bir Türkçe ile konuşuyorlarmış. Hıristiyan giyimli gördükleri iki kişiye “Ermeni” diye laf atmalarını ise şöyle açıklamış İbrahim Bey: “Orada halk Hıristiyanlara Ermeni der.”
TÜRKİYE’DE TÜRKÇE’NİN DÜNÜ BUGÜNÜ
Dille kültürün karmaşık ilişkisi dilbilimcilerle toplumbilimcileri hep ilgilendirmiş. Alfred L. Kroeber, ta 1923’te “Kültür konuşmayla başladı, sonra birinin varsıllaşması ötekini varsıllaştırdı” demiş. Bu nedenle bir dilin resmî dil olmasının o dili varsıllaştırdığı yadsınamaz: ticaretin yapıldığı, eğitimin verildiği; yasaların, kitapların yazıldığı dil elbette dar bir toplumun kendi içinde konuştuğu dilden daha çok gelişir. Bunun için, Türkiye Türkçesi, Orta Asya’dan Balkanlara, pek çok halkın konuştuğu Türkçe’den daha fazla işlenmiş bir dildir.
Batılılar Osmanlılara Türk, yönettikleri ülkeye Türkiye dediler hep. Türkiye, hiç başka devletlerin yönetimi altına girmedi ama Farsça ile Arapça bilmek okumuş yazmışlığın ölçütü sayıldı, ortaya Arapça tamlamalarla Farsça sözcüklerin Türkçe tümce yapısıyla birleştirildiği, Osmanlıca denilen karma bir dil çıktı. Bu dil belki Asya ve Afrika’da sömürgelerde konuşulan, sömürgecinin diliyle yerel halkın dilinin karılmasından oluşan dillerle benzeşebilir. Bu karma dillerden bazıları daha sonra eski sömürgelerin resmî dili olarak benimsendi. Bu tür karma dillerle Osmanlıca dediğimiz karma dil arasındaki temel fark ilkini yerel halkın konuşması, ikincisini Osmanlı seçkinlerinin kullanması…
19. yüzyılda Fransızca merakı, başka ülkeler gibi Türkiye’yi de sardı. Türkçe’ye yeni sözcükler girdi. İstanbul’un gündelik yaşamında Fransızca kullanımıyla ilgili şöyle bir karikatür var: Yolda yürürken birisine çarpan adam: “Pardon!” diyor. Karşısındaki, “Pardon çıkalı eşekler çoğaldı!” diye söyleniyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızca merakının yerini tüm dünyada İngilizce aldı. Ülkemizde, yakın sayılacak bir geçmişte İngilizce eğitim vermek üzere üniversiteler de açıldı. Oysa, üniversite çağının yeni bir dil öğrenmek için geç, dört yaşınsa en uygun yaş olduğu biliniyor. İngilizce eğitim veren üniversiteler, yarı İngilizce yarı Türkçe tümceler kuran ama her iki dili de doğru dürüst kullanamayan bir kesim çıkardı ortaya. Bu da bir başka karma dil türüydü sanki… Ayrıca, anlattıkları konuyu İngilizce kaynaklardan öğrendiklerini kanıtlamak istercesine bazı kavramların önce İngilizce’sini sonra Türkçe’sini söyleyerek konuşanlarla karşılaşıyoruz her ortamda!
Üstüne üstlük, şimdilerde, Türkiye’de eski dil merakı öne çıkmış görünüyor: kendini bilgili göstermek isteyenler yalnızca konuşmalarına İngilizce/Fransızca sözcükler değil, naftalin kokan sözcükler de katmaya başladılar. Aklı başında hiç kimse eski sözcüklerin bilinmesine karşı çıkmaz. Bugünün gençlerinin 50 yıl önce yazılanları okuyamaması, eğitim yetersizliğinden başka bir şeyin göstergesi değil. Her ulusun tüm kuşaklara okutup öğrettiği “klasikler”i vardır; o ulusun kimliği o “klasikler” üzerinden oluşur. Yazdığı ders kitabıyla bizim kuşağa dilimizle kültürümüzü öğreten Emin Özdemir öğretmenimizi saygıyla anıyorum!
Öte yandan, yeniden kullanıma sokulan naftalin kokulu sözcükler doğru kullanılsa neyse... Ne yazık ki, yanlış kullanılıp öyle yerleşmesi sağlanıyor!
Bu yanlış ama yaygın kullanımlardan birine değinmesem olmaz: bir “aklı selim” terimi almış gidiyor: akıllarınca “selim akıllı olan” anlamında kullanıyorlar bu terimi. Bilmiyorlar ki, Arapça tamlama olan “akl-ı selim” “selim akıl” demektir: “selim” sıfat, “akıl” isimdir; “sağduyu” gibi güzel bir Türkçe karşılığı vardır. Sağduyulu demekten kaçınıyorlarsa, eskiden olduğu gibi “akl-ı selim sahibi” deseler!...
Öte yandan, bütün dillerin zaman içinde değişime uğradıkları bilinen bir gerçek… Her bir kuşakta, bazan da daha hızlı değişiyor diller. Tüm dillerde gündelik konuşma kendiliğinden değişirken teknolojinin gelişmesi yeni kavramlara, yeni sözcük ve terimlere yol açıyor. Teknolojik gelişmenin getirdiği yeni sözcükler konusunda Türkiye Türkçe’sinin başarısından övünç duymamak olmaz. Ayrıca, yazım kuralları da sık sık değiştiriliyor Türkiye’de!
Örneğin, Türkçe okunduğu gibi yazıldığı için, 1950’lerde yayınlanan kitaplarda, İstanbul Türkçe’sinin yazıldığını görüyoruz. Her ülkenin dilinin en doğru, en güzel sayıldığı bir biçimi vardır. Türkiye’de bu dil İstanbul Türkçe’sidir. “Demokratikleşme”, İstanbul dilinin biraz dışlanmasına yol açtı, demek yanlış olmaz, sanırım. Değiştirilen kurallara karşın, ben tutuculuk yapıyor, yazmayı öğrendiğimde geçerli olan İstanbul Türkçe’sinden şaşmıyorum.
Yakınacak konu bir değil, iki değil:
Bugün, “onaybirliği” yerine “konsensüs” ya da “mutabakat” denince daha mı anlaşılır oluyoruz? “Ayrıntı”, “detay” ya da “teferruat”tan daha mı az anlaşılır?
Dile saygının kendine saygı olduğu bilinci yitiyor mu?
Yarım yamalak konuşup yazarak yarım yamalak anlaşıyor insanlar.
Dilbilgisi bilinmeden ne anadil ne de başka bir dil bilinir. Dilbilgisini öğrenmenin en iyi yolu ise o dili iyi kullananları bolca okuyup dinlemekten geçer. Ama nerde? Anlı şanlı gazeteciler öyle büyük yanlışlar yapıyorlar ki toplum artık o yanlışlarla konuşur yazar oldu.
“Aklı selim” dışında “şu an”ı örnek olarak verebilirim. Gençler, bu iki sözcüğü bitişik yazıyorlar üstelik! “Şu an” dilbilgisi açısından “şu ev” ya da “şu adam”dan farklı değildir:
Ödül alırken “Şu an, yaşamımın en özel anlarından biri” denebilir.
“Şu an”, “şimdi” dediğimiz zamanın kısa bir dilimi olan “şu anda” ile karıştırılıyor, yaygın olarak “şu anda” ya da “şimdi” yerine kullanılıyor! “Şu an yazıyorum” demek, “Şu ev oturuyorum” demek kadar yanlıştır!
Şu anda bunları yazarken burnumun direği sızlıyor, örneğin… Şu anda bu yazdıklarımı okurken siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Eskiden gazete, dergi editörleri bu gibi konularla ilgilenirlerdi; yayınevi editörleri de Türkçe’yi çok iyi bilirlerdi. Biricik televizyonumuzda haber okuyacak, program sunacak, açık oturum yönetecek olanlar, ince eleyip sık dokuyan sınavlardan geçtikten sonra aylarca eğitim görürlerdi- mikrofona ya da ekrana çıkmadan.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, ne güzel söylüyordu! “Türkçem, benim ses bayrağım” diyordu. Yabancı ülkelerde kendi dilimizde konuşurken: “Ne güzel bir diliniz var, ama hiç tanıdık gelmiyor. Hangi dili konuşuyorsunuz?” diye soranlarla az karşılaşmadık. Her dilin farklı bir tınısı vardır. Uzaktan duyduğunuzda sözcükleri seçemeseniz bile sesinden tanırsınız. Güzel Türkçe’miz sesini de yitiriyor. Sanırım, özel radyoların açılmasından sonra, Türkçe’yi genizden, yayarak, yuvarlayarak ya da yutarak konuşma salgını çıktı. Sanki Amerikalı’ymış da Türkçe’yi sonradan öğrenmiş gibi konuşmak yaygınlaştı. Dilimizin parlak rengi, açık seçik sesleri, vurguları umursanmaz oldu; belki de unutuluyor! Özellikle genç kadınlar arasında çocuk sesiyle konuşmayan neredeyse kalmadı! Orta okul öğrencisiyken ş’leri s, ç’leri Türkçe’mizde bulunmayan ts olarak seslendiriyor; yüksek okula başladıklarında da artık düzeltemez oluyorlar. İlk öğretim düzeyinde Türkçe öğretimi yalnızca sözcük ve dilbilgisiyle sınırlı kalmamalı; Türkçe’yi güzel seslendirmek de öğretilmeli! Ama, iyi örnekler nerede duyulacak? Bence, Türkçe öğretmenleri öğrencilerine, güzel Türkçe duymaları için, TRT arşivlerindeki eski programlarla ilgili ödev verebilirler. Böylece, öğrenciler sevdikleri İnternet ortamını eğitim için de kullanmış olurlar.
Tüm bu ve başka olumsuzluklara karşın, “Dil Bayramı’mız kutlu olsun!” diyorum. İlk sözlüğü neredeyse 1000 yıl önce yazılmış güzel Türkçe’mizin bu sıkıntıları da aşacağına, sonsuza dek yaşayacağına inanıyorum. Yazının başında andığım, 1917 yılında çok dilli Dağıstan’ın valisiyken Türk dilinin resmî dil olması için çalışan, öğretmenlere Türkçe kursları açtıran dedem İbrahim Haydaroğlu’na bana miras bıraktığı Türkçe sevgisi için teşekkür ediyorum.