Herkesin yaz tatili havasına girdiği; cumhurbaşkanlığı seçiminin basıncından bile uzaklaşmak istediği şu ortamda, yazlık, hafif, uçucu bir şeyler yazmak uygun olurdu. Ama sinemanın dayattığı bir konu var ki, o ortaya dökülmeden bu köşeyi kaptırmamakta inat etti. Kafam dinç olsun diye sinemanın bir kez daha köşeyi kapmasını kabullendim.
Bu yılki Uluslararası Ankara Film Festivali’nde Margarethe von Trotta’nın 2012 yapımı Hannah Arendt filmi gösterildi. Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabını daha yeni okumuştum.
Geçen yüzyılın en önemli siyaset bilimcilerinden olan ve -kendi ne kadar benimsemese de- filozof olarak da bilinen Hannah Arendt (1906-1975) gibi önemli bir kişiyi, von Trotta gibi önemli bir yönetmenin nasıl anlattığını görmek gerekirdi.
Yıldızını Fassbinder’in parlattığı başarılı oyuncu Barbara Sukowa, 6. kez bir von Trotta filminde kamera karşısındaydı. Kameraysa yine bir kadına, Fransız Caroline Champetier’ye teslim edilmişti. Filmlerinin senaryosunu çoğu zaman tek başına yazan usta yönetmen, bu kez de filmin iki senaryo yazarından biriydi.
Film, Arendt’in yaşamının kısa bir bölümünü anlatırken onun kişiliğini, neredeyse tüm hayatını, ilişkilerini, bundan da ötesi, görüşlerini (!) aktarmayı başarıyordu.
Filmde Hannah, New York’ta üniversite öğretim üyesiyken, ünlü The New Yorker dergisinden Eichmann davasını izlemek üzere İsrail’e gitme önerisi alır. Yahudilerin toplama kamplarına, oradan da ölüme gönderilmelerini sağlamakla görevli Alman Nazisi Adolf Eichmann, Güney Amerika’da yakalanıp yargılanmak üzere İsrail’e götürülmüştür. Bütün dünyanın gözü bu duruşmaya çevrilmiştir. Kendi de bir Yahudi olan- üstelik Fransa’daki bir toplama kampından kaçmayı başarmış bir Yahudi olan- Hannah, çevresinin “Dayanamazsın” uyarılarına aldırmaz; Kudüs’e giderek duruşmayı başından sonuna dek izler. Dönüşte, gözlemleriyle görüşlerini yazınca, kızılca kıyamet kopar: yalnızca tüm Yahudi cemaati değil, en yakın arkadaşları bile ona cephe alır. Evine, gözdağı veren, hakaretler içeren mektuplar, telefonlar yağar; ziyaretçiler (!) gelir.
Filmde Eichmann’ı oynayan bir oyuncu yok; Eichmann’ın kendi var! Trotta, başrol oyuncusunun basın odasındaki ekrandan duruşmayı izleyen görüntüleriyle sanığın sorgulama sırasında çekilen siyah-beyaz belgesel görüntülerini birleştirmiş. Böylece etkileyici bir sonuç elde etmiş.
Hannah Arendt, bu duruşmaya ilişkin gözlemlerini ve yorumlarını daha sonra Kötülüğün Sıradanlığı (Eichmann Kudüs’te) adıyla kitaplaştırdı (Metis, 2009). Kitapta beni çarpan üç nokta olmuştu: İlki, kitaba adını veren olgu: Eichmann gibi yüzbinlerce insanı ölüme soğukkanlılıkla gönderen birinin bir canavar olduğu sanılabilirdi: oysa Arendt şaşırarak görmüştü ki, o sıradan bir insandı: kendisine verilen görevi sorgulamadan yapan sıradan bir insan… İşte asıl korkunç olan da buydu!
Kitapta ortaya konan şu iki gerçek de şaşırtıcıydı: Yahudi cemaatinin ileri gelenleri – nedeni ne olursa olsun- çok yerde Nazilerle işbirliği yapmışlardı. Filmde yer almayan ikinci gerçekse şu: Yalnızca Almanlar değil, neredeyse Hollanda ve İtalya (!) dışında bütün Avrupa ülkeleri Yahudileri yok etmek için uğraşmışlar; üstelik bazıları bu konuda Almanlardan da hevesli çıkmışlardı!
Margarethe von Trotta’nın filmi, gerçekleri duymaya bile dayanamayanların ürkütücü öfkesi karşısında doğruyu söylemeyi sürdüren bir aydını tanıtıyor. (Yerli yersiz kullanılan “aydın” sözcüğü burada uygun düşüyor.) Filmde nelere nasıl göğüs gerdiğini görünce, Hannah Arendt’e hayranlığınız artıyor.
Yeri gelmişken, bildiğim kadarıyla bizde Hannah Arendt ile ilgili en kapsamlı çalışmayı Fatmagül Berktay’ın yaptığına değinip onun “Dünyayı Bugünde Sevmek” (Metis, 2012) adlı kitabını anımsatayım. Berktay, “Arendt üzerine ve Arendt’le birlikte” düşünerek yazdığı bu kitabı kaleme alma gerekçesinde Weimar Almanyası ile Türkiye arasındaki benzerlikten söz ediyordu…
Ah şu sinema, bizi nerelere taşıyor! Hannah Arendt filmi, ta 1983’te Almanya’da gördüğüm bir başka filmi aklıma getirdi. O film de başka bir Hanna’yı anlatıyordu: Hanna K, siyasal film denince akla ilk gelen yönetmenlerden Costa Gavras’ın filmi...
Film İsrail’de geçiyor. Filmin kahramanı soykırımdan kaçarak ABD’ye, oradan da İsrail’e göçmüş bir ailenin avukat kızı Hanna… Teröristlikten suçlanan bir Filistinli gencin savunmasını üstlenmekle görevlendiriliyor devlet tarafından. Böylece, ortaya öyle bir İsrail devleti ve Filistin gerçeği çıkıyor ki, ister istemez, bu film bize gelecek mi, dünyada gösterilebilecek mi, diye bekliyorsunuz. Ben de uzun süre bu filme ne olacağını merakla izledim… Gavras’ın tüm filmleri yankı uyandırırdı, bu da anlattıklarıyla yankı uyandırmayacak bir film değildi; ama birilerinin bundan rahatsız olacağı da apaçıktı! Nitekim, filmin zayıf bulunduğuna ilişkin bazı eleştiriler olduğunu, dağıtımcı şirketin dağıtımı durdurduğunu neden sonra öğrenebildim. İki- üç yılda bir film yapan Gavras’ın ancak beş yıl sonra yeni bir film yapabildiğini gördüm. Hanna K. unutturulmuştu.
Biri, doğrucu olmanın nasıl bir dayanıklılık gerektirdiğini düşündüren; öteki, doğrucu olduğu için dokuz köyden kovulan iki filmden söz ettim. Ünlü bir şiirin değişik bir çevirisinden bir bölümle bitireyim: Rudyard Kipling’in Eğer şiiri, Emre Kongar çevirisiyle…
“Eğer herkes çıldırmış seni suçlarken...
Sen başını dik tutabilirsen,
Eğer herkes senden kuşkulanırken...
Sen kendine güvenebilirsen,
Ama bu kuşkulara da hoşgörülü davranırsan,
Eğer bekleyebilir ve beklemekten bıkmazsan,
Veya hakkında yalan söylenirken...
Sen yalan söylemezsen,
Ya da senden nefret edilirken...
Sen nefret etmezsen,
Ve yine de insanlara tepeden bakmaz...
Ukalalık etmezsen
(………)
İşte o zaman (….
……) sen artık Adam olmuşsundur oğlum!”
“Adam” gibi erkeklerle kadınları, Hanna’ları selamlayarak…