Bugün bu köşeyi “has İstanbullu” bir ressam kaptı.
Yumuşacık konuşmasından, halinden tavrından “has İstanbullu”luk akıyor.
Hani “has ipek” denirdi eskiden; şimdilerde “%100 ipek” deniyor. İşte, ressam Hale Sontaş’ın İstanbullu’luğu da öyle katışıksız, katkısız… Kaç göbektir İstanbullu o.
“İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider” türküsü onun Mızıka-i Hümayun’da tuba çalan büyükdedesi (annesinin dedesi) için yakılmış.
Dünyaya gözlerini açtığı yer, büyükdedesi Seyit Efendi’nin Üsküdar’daki 13 odalı ahşap konağı... Tuba çalarak katıldığı bandonun–malum, bu bandonun CSO’nun dedesi olduğu öne sürülür- şefliğine yükselmişmiş Seyit Efendi. Büyükannesinin komşuları arasında devrin önemli bir hat ustasını unutmuyor; mahalledeki tonton zenci kalfalar gözlerinin önünde...
Gel zaman git zaman, çekirdek ailesiyle Üsküdar kıyısında bir apartman katına taşınıyorlar. Karşılarında tabak gibi deniz, ortasında Kız Kulesi, arkasında yeşillikler içinden yükselen Topkapı Sarayı’nın kulesi, öte yanda göğe uzanan Galata Kulesi, başlarını arkaya çevirince de yemyeşil Çamlıca tepeleri…
Dünyanın en çok fotoğrafı çekilen anıtlarından biri olan, ressamların da kayıtsız kalamadıkları Kız Kulesi’yle Hale Sontaş’ın özel bir ilişkisi olmuş. Kız Kulesi, onun için bir oyun yeriymiş 1950’lerde…Arkadaşlarıyla birlikte denize atlar, akıntıyı da yanlarına alıp zigzaglar çizerek Kız Kulesi’ne yüzer, sonra çıkıp otururlarmış.
Liseyi Boğaziçi’nde bir sarayda -Adile Sultan’ın sarayından dönüştürülmüş Kandilli Kız Lisesi’nde- okuduktan sonra, bir başka sultan sarayında sürdürmüş eğitimini: Cemile Sultan’ın Fındıklı’daki sahilsarayından Güzel Sanatlar Akademisi’ne (bugünkü MSÜ) dönüştürülen binada resim eğitimi almış… İki yaka arasında tek ulaşımın denizden olduğu o güzel günlerde, okula gidip gelmekte zorlanmaması için ailesi Avrupa yakasına taşınmış: Şişli’de Bulgar Kilisesi’nin arkasındaki bir apartman katında yaşarlarken pek çok gayrimüslim komşularının olduğunu, onlarla çok güzel dostluklar yaşadıklarını, Paskalyalarda Kilise’nin bahçesinde İsa figürünün gezdirildiğini anımsıyor: “Bizler de, her dinden insan, peşi sıra yürürdük elimizde mumlarla…” diyor.
Akademi eğitiminden başka İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde de okumuş. Bizans sanatı uzmanı hocalarıyla tarihi yarımadadaki eserleri birer birer gezip tanımış. Böylece eskiyle bağlantı kurarak şehre bakmaya başladığını anlatıyor…
Yapıtlarında İstanbul’un izdüşümünü görmemek olanaksız!
Yıllarca Üsküdar’dan bakıp aynı karede gördüğü Galata Kulesi’yle Kız Kulesi’ni, yıllar sonra yaptığı Aşık Kuleler tablo dizisinde, birbirlerine kavuşmak için çırpınırken ya da kavuşmuş olarak görüyoruz!
Hapsedilmiş Doğalar dizisinde İstanbul’un tüketilmiş doğasını tuvallere hapsederek sundu izleyenlere… Ne çok mor vardı resimlerinde- belki de o Üsküdar’da geçen çocukluğunda dalından koparıp yediği karadutlardan, çok sevdiği mürdüm eriklerinden, kara incirlerden gelme… Bazı tuvallerindeki mor çiçekler yaldızlı çarmıh fon üzerindeydi. “Çarmıhta doğa bir ara tema olarak çıktı. Doğanın çektiği eziyet ve tabii bize de çektirdiği acı…” diyordu. Çarmıh, belki çocukluğundaki Paskalya törenlerinden tuvaline bir yansımaydı. Resimlerindeki ışık ışık kuşlarla balıklar da yoksa o ellerde taşınan mumların yansıması mıydı?
Tuvallerindeki çiçek istifleri Osmanlı kadın mezar başlıklarındaki düzenlemelere benzetilince, “Olabilir” demişti. Üsküdar’da yanıbaşından geçtikleri Karacaahmet Mezarlığı’nda gördüğü mermer mezar taşlarının üzerindeki figürlerin bilinçaltında yer etmiş olabileceğini söylüyor, Akademi’de öğrenciyken bazı mezar taşlarının “lateks”lerle rölyeflerini çıkarmak gibi bir ödev yaptığını anımsıyordu.
Atölyesi hala Taksim’de… Apartmanların alt katlarının dükkanlara, üst katlarının işyerlerine dönüştüğü; otellerle dolmaya başlayan, son zamanlarda meydanının donuklaştırıldığı Taksim’den bir türlü kopamıyor. Taksim’i hala İstanbul’un atardamarı olarak nitelendiriyor ve ondan uzaklaşmak istemiyor.
Onun resminden söz edilirken kadın temalı resimlerini anmadan olmaz: Düş Kadınları, Tutku Kadınları, Karbonhidrat Kadınları’ndan sonra Kadiköy’de Galeri Diani(http://www.galeridiani.com/tr/duyuru-hale-sontas-resim-sergisi-24.html)’deki son sergisinde, bir duruşu sergileyen, bedenine sahip çıkan, geleceğe bakan, direnen kadınlar var: Duran Kadın, Düşünen Kadın (Rodin’e atfen) vb… Yine son sergisinde Yaldızın Örttükleri temasını görüyoruz. Yaldızın bir şeylerin üstünü örttüğünü düşünen ressam, son yapıtlarında yaldızları daha da çoğaltmış. Bu sergisindeki tanıdık yüzler arasındaysa Hezarfen Ahmet Çelebi var, “onun yapamadığını yapan kadın” olarak tanımladığı Sabiha Gökçen var, küllerinin Boğaz’a serpilmesini isteyen Leyla Gencer var, Balık Burcu’ndan Einstein var…
Kısaca, iyi ki Hale Sontaş var: iyi ki morları, yaldızları var; balıkları, kuşları, kanatları, kuleleri, kadınları, insanları var… Dünya onlarla güzel…