Bugün köşeyi gezici bir sergi kaptı.
Mağara resimlerinden bu yana insanoğlu atı, güç ve zafer simgesi olarak resmetmiş, yontmuş. İnsanoğlunun ilk ulaşım araçlarından biri olan at, hareketliliği, yolculuğu, özgürlüğü anımsatmış.
İtalya’da yaşayan Meksikalı sanatçı Gustavo Aceves’in at heykelleriyse yolculuğu çağrıştırsa da zaferi hiç getirmiyor akla. Kimi dev, kimi gerçek boyutlardaki 43 atın tümü de kuyruksuz, yelesiz ve ayaksız… Hepsi canlı, devinim içinde; ama besbelli ki yakalanmışlar: gururlu, yorgun, biraz da hırçınlar. Gözlerinde acı var ama pes etmemişler; yenilgiye boyun eğmemekte, direnmeyi sürdürmekteler. Tümü de ya çatlak ya da kırık; ayaklarının üstünde değil, kayık parçalarının üstündeler.
Göçmen sorununun en yaygın, en ivedi sorun olarak ortaya çıktığı günümüzde, Aceves at figürünü, bugüne dek sanatçıların kullandığından farklı bir anlayışla, göç simgesi olarak kullanıyor. Afrika’dan göçen ilk insanlardan günümüzdekilere, insanoğlunun yokluklar, savaşlar, dinsel hoşgörüsüzlükler nedeniyle yerinden yurdundan oluşuna dikkat çekiyor. “İnsanlık tarihini göçler belirliyor. Yer değiştirme, kaçış ve sürgün insanın doğasında var. Kaderimiz ve tragedyamız Homeros’tan bu yana değişmedi” diyor sanatçı.
Gustavo Aceves’in at “ordu”su, sürgünü ve kendine yer arayışı simgeliyor; 40’ı aşkın at heykelinin her biri tarih boyunca yaşanan göçlerin bir bölümünü yansıtırken günümüzde yerinden yurdundan edilen milyonlarca göçmenin, sığınmacının ayakta kalma çabasına ışık tutmayı amaçlıyor. Atların yapımında kullanılan ahşap, bronz, siyah granit, mermer ve demir gibi malzemelerse o tarihsel aşamada “uygarlığın” gelişim düzeyini gösteriyor.
Heykeller, Lapidarium adıyla açık havada, halka açık ortamlarda sergileniyor. Latince Lapidarium, taş anlamına gelen lapis sözcüğünden türetilmiş; taştan anıtların, arkeolojik kalıntıların olduğu yer, anlamında kullanılıyor.
Gustavo Aceves, Lapidarium’unu oluştururken, tıpkı atlar gibi uzun yolculuklara çıkabilen, yabancı ülkelerde yeni bir yaşam kurmaya çabalayan, bu arada hangi ülkede olurlarsa olsunlar, kayıplar, korkular, güven sarsılmaları yaşayan insanlara dikkat çekmek istemiş. İnsanlık tarihini ve insanlığın kültürel birikimini kendi sanatıyla harmanlayarak ortak güncel sorunumuz üzerine odaklanan sanatçı istemiş ki, başkaları da bu konular üzerinde düşünsün.
Aceves’in Lapidarium’u ilk önce, hayat buldukları küçük kentte, İtalya’nın -bronz dökümhaneleriyle, mermerleriyle heykeltıraşların gözdesi olmuş- Pietrasanta kentinde yavaş yavaş gün ışığına çıktı. Sonra geçen yıl 2015’te Nasyonel Sosyalistlerden kurtuluşun 70. yılında Berlin’de Brandenburg Kapısı’nın önüne yerleştirildi. Kapının üstündeki zafer kazanmış dört at heykelinin gölgesine dizildi. Berlin’in atlarıyla birlikte Aceves’in atları dünü anımsattı, bugünü düşündürdü izleyenlere. Sergiye de zaten Lapidarium: sınırları aşmak adını vermişti sanatçı. Sınır geçmenin özgürlük getirmediği, sığınmacının trajik kaderinin genellikle gizli kaldığı fark edilsin istemişti.
Aceves’in anıtsal heykel yerleştirmesi, 15 Eylül’den beri bu kez Lapidarium: Barbarları beklerken adıyla Roma’da sergileniyor: hem de – Colosseum, Konstantin Kemeri gibi- şehrin tarihsel alanları, özel olarak çıkarılan bir izinle, ilk kez bu sergide mekân olarak kullanılıyor. “Barbar” sözcüğünün Yunanca’da “öteki”, “anlaşılmaz sözler söyleyen” anlamına geldiğini belirten sanatçı, Lapidarium’la başkalarından, farklı olandan korkmanın akla aykırılığını vurgulamak istediğini açıklıyor. “Hepimiz aynı yerden geliyoruz, atalarımız aynı” diyor.
Serginin küratörü Dr. Francesco Brunelli ise şöyle söylüyor: “Lapidarium, yaşadığımız çalkantılı zamanlara bir anıt… Amaçlarından biri, milyonlarca insanın yaşamakta olduğu acılara ışık tutmak; insanoğlunun ayakta kalma çabasıyla sürekli yer değiştirmesine ve ‘diyaspora’ olmanın tanımlanamaz güçlüklerine dikkatimizi çekmek... Aceves, ayrıca biz Batılıları kendi tarihimize de bakmaya çağırıyor: sahip olduğumuz zenginliğe ve kültürel alanda ulaştığımız noktaya, bir yanıyla, ötekileri sömürerek vardığımızı anımsatıyor bize. Lapidarium, bu tarih içindeki ‘kaybedenler’ için bir anıt: şimdi bizden yardım isteyenlerden zaten almış olduklarımız üzerinde düşüneceğimiz bir alan; geçmişte işlenmiş dehşet verici suçları yinelememek için bir uyarıcı…”
Meksikalı sanatçının sergisinin temel esin kaynağı ise İstanbul’dan çalınmış dört at... İstanbul’un tarih boyunca gördüğü en büyük yıkımı 1204’teki Haçlı Seferi sırasında yaşadığını biliyoruz. O zamana dek “şehirlerin ecesi” iken 1204 yılının Nisan ayındaki o üç günün sonunda yıkıntıya dönüşmüş şehrimiz. Bu acımasız yağma ve yıkımın ardından Venedik’e götürülen “mücevherler”den biri, gerçek boyutlarda yapılmış yaldızlı bronz at dörtlüsü Quadriga’ydı.
Ama biz hep Quadriga’nın İstanbul için yaptırıldığını sanırdık, değil mi? Gustavo Acheves’in sergisini tanıtan http://lapidarium.online adresinden okuyoruz ki, meğer bizim at dörtlüsü önce Romalılar tarafından Yunanistan’daki Korint’ten kaçırılıp Roma’daki Konstantin Kemeri’ne dikilmişmiş. Roma İmparatoru Büyük Konstantin, imparatorluğun başkentini Roma’dan -kendi adını verdiği- Konstantinopolis’e taşıdıktan (8 Kasım 324) sonra at dörtlüsünü de bu yeni başkente taşımışmış.
Bu dört atın Venedik’e götürüldükten 50 yıl kadar sonra San Marco Meydanı’ndaki katedralin tepesine yerleştirildiği sanılıyor. Aradan dört yüz yıl geçmiş; bu kez Napolyon onları oradan söktürüp Paris’e taşıtmış, şu bilinen Zafer Anıtı’nın üstüne yerleştirtmişti. Bu yağmada Venedik’ten Paris’e kaçırılanlar içinde antik çağdan kalma tek parça bu atlardı. Napolyon’un tahttan çekilmesine yol açan Waterloo yenilgisinden sonra dört at heykeli Venedik’e geri getirildi. Bu yolculuklarda epeyi hasara uğradıklarından, San Marco Katedrali’nin üzerindeki yerlerine dikilmeden önce uzun bir onarımdan geçtiler. Her iki dünya savaşı sırasında da korunmak için kaldırılıp sonra geri konuldular. Her bir taşımada hırpalandılar. 1960’larda bir dizi teknik incelemeden geçen “İstanbul’un dört atı”nın dışarıda tutulmakla daha fazla zarar göreceği düşüncesiyle artık içeride saklanmalarına, dışarıdaki kemerin üstüne kopyalarının konulmasına karar verildi. Bu inceleme sırasında İstanbul’un at dörtlüsünün yapım tarihi de yeniden belirlenmeye çalışıldı ama kesin tarih saptanamadı: uzmanlar hâlâ İ.Ö.5 ile İ.S.4. yüzyıl arasında değişen yaşlar veriyorlar onlara… Ancak, yapımında civa kullanılmış olmasına; gözlerin, yelelerin ve kulakların biçimine göre Roma döneminde, Septimus Severus zamanında (193-211) yapılmaları en güçlü olasılık… Septimus Severus’un önce İstanbul’u Roma’yla karşılaştırıp kıskandığını ama sonra değerini bilip şehrin bayındırlığına çok önem verdiğini biliyoruz. Tarihçilerden bağışlanma dileyerek, taşınma tarihiyle ilgili kesin bir bilgi çıkmadıkça, Severus’un zamanında İstanbul’a gelmiş olamazlar mı, sorusunu sormaktan kaçınamıyoruz.
Lapidarius’un atlarının kaderi de simgeledikleri insanlarınkine benziyor: oradan oraya taşınacak.
7 Ocak 2017’ye kadar Roma’da kalacak. Daha sonra, ataları saydıkları İstanbul’un dört atınınkine benzer bir yol izleyecek: Paris’te, Venedik’te, Atina’da, İstanbul’da sergilenecek. En sonunda, 2018’de sanatçının doğum yeri olan Meksika’ya ulaşacak. Her durakta onlara yeni atlar eklenecek. Yolculuğun sonunda at heykellerinin sayısının 100’ü bulması bekleniyor.
Geleneksel olarak at sevdiği varsayılan bir ulus olarak, Gustavo Aceves’in atlarını, onlara esin kaynağı olmuş atların “anayurdu” (biz yine de böyle diyelim) İstanbul’a coşku içinde bekliyoruz. Aceves’in atlarının tümü bu yorucu yolculuğa katılamıyacak; ülkemizdeki ortam kendileri için uygun olursa- 2018 baharında, yolculuğu gözü kesenler gelecek buraya. Şimdilik, Sultanahmet Meydanı’nda (Roma döneminin Hipodrom’unda, Osmanlı’nın At Meydanı’nda) konaklamayı umuyorlar. Lapidarium’un İstanbul’daki adı ne olacak, henüz bilmiyoruz: Lapidarium: Yuvaya dönüş mü olur yoksa? Dönen artık giden değildir, zaten.