Bugün yine köşeyi şiir kaptı. İlle de şiir…
Günümüzde şiire vakit yok, mu diyorsunuz? Doğru, şiir çabucak tüketilmez; nasıl güzel bir içki bir dikişte içilmezse şiir de ağır ağır, yudum yudum tadılır ki sindirilsin… Öykü bile artık “kısa kısa öykü”ye dönüştü: beş tümcelik öyküler yazılıyor. Sanal ortamda uzun videolar pek izlenmiyor, uzun yazılarsa hiç okunmuyor.
Ben yine de yaşamımızın müziğin kardeşi şiirle güzelleşebileceğini; şiirin bizi arındıracağını, şiirin pek çok derde deva olacağını düşünüyorum. Şiirsiz kalmamamızı dileyerek eski ama genç şairlere yöneliyorum.
Sondan bir önceki Köşe Kapmaca’da 2. Dünya Savaşı sırasında yaşamış büyük ve genç bir şairi, Borchert’i anmıştım. Peki, savaşa girmemiş Türkiye’de şairler ne yazıyordu?
Türkiye savaşa girmedi, ama erkekler askere alındı, kadınlar ve çocuklar düşük ücretle işe koşuldu. Zorunlu çalışma, ek vergi gibi önlemler alındı. Ordunun gereksinimi için çiftçinin üretiminin önemli bir kısmına değerinden düşük fiyatla el konuldu. Ekmek başta olmak üzere birçok temel gereksinim karneye bağlandı. Kıtlığın, karaborsanın önüne geçilemedi. Savaş zenginlerinin türemesi engellenemedi. Hükümetler, Almanya ile Müttefikler arasında dengeyi korumaya çalışırken içerde de duruma göre Türkçülerle solcuları baskı altına aldı.
Kısaca, Türkiye savaşmadı ama savaşı yaşadı.
Bu dönemin şiirine gelince… Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın Garip adlı kitabı savaşın en civcivli günlerinde çıktı. Kitabın önsözünde Orhan Veli, o güne kadar şiirin hep egemen sınıfların beğenisine uygun olarak yazıldığını, ama artık yeni şiirin azınlıktaki burjuva sınıfının değil, çoğunluğu oluşturanların hakkı olduğunu; yeni şiirin onların “ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu hakim kılmak” sorunuyla karşı karşıya olduğunu yazıyordu. Pek çok genç şair bu kitabı bağrına bastı.
Necati Cumalı, Salah Birsel o yılların gepegenç şairleriydi. Burada, yalnızca, onların yaşıtı olan ama savaştan sonrasını göremeyen başka üç şaire değineceğim. İrfan Yalçın’ın İlkyaz Ölümleri adlı kitabında andığı Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ile Kemal Uluser’e… Yılmaz Erdoğan, bu unutulmuş isimlerden ilk ikisini Kelebeğin Rüyası filminde yeniden gündeme taşıdı. Bu anımsatma önemli elbette; ama yapılanın bir belgesel olmadığını, gerçeklerle yüzde yüz örtüşmediği, örtüşmesinin de gerekmediği unutuluyor.
Muzaffer Tayyip, savaşı doğrudan konu etmiş bazı şiirlerine. O günlerin duygu dünyasını yansıtması açısından bu şiirlerden ikisini aktarayım:
DÜNYA HARBİ
Son günlerimi yaşıyorum sanki
Gökyüzünü seyretmemiştim böyle hiç
Başımı kaşıyarak
Bu kadar mahzun etmemişti beni
Babası ölen çocuk
Dalı kırılan ağaç
Kocası sarhoş kadın
Bu kadar mahzun etmemişti beni
Ah, boyu devrilesi
Körolası dünya harbi
HARBDEN SONRA
Diyor ki bir arkadaşım
Evlenmek olacak ilk işim
Hele bir harb bitsin
Ben de aynı düşüncedeyim
Hele bir harb bitsin
Hele bir harb bitsin
Yukarıdaki şiirlerinin yer aldığı biricik kitabı “Şimdilik”, 1945’te yayınlandı. Muzaffer Tayyip Uslu, kitabının yayınlanmasından bir yıl sonra, 24 yaşında hayata gözlerini yumdu. Veremdi.
***
İçlerinde, şiirindeki lirizm ile akranı Borchert’e belki en çok benzeyen Rüştü Onur’du:
BAHAR
Bir sabah bütün kuşları
Çağırmak için odama
Sabahı bekleyeceğim pencerede,
Biliyorum güzel olacak
Kuşlarla hasbıhal sabah sabah..
II
Ve saka kuşuna sesleneceğim,
Çocukken olduğu gibi
Erik ağacından…
III
Sabah dönüşünde annem,
Bütün kuşları,
Odamda bulacak.
Ve ben kimbilir o zaman,
Nerelerde olacağım?
Yukarıdaki şiiri 25.3.1943’te Servetifünun dergisinde yayınlanan Rüştü Onur, 1944 yılının Aralık ayında bir gece yaşama veda etti. 24 yaşındaydı. Veremdi.
***
Rüştü Onur’un Salah Birsel’e mektuplarında sık sık sözünü ettiği sevgili arkadaşı Kemal Uluser, dilimizin özleşmesine özen gösteriyordu. Uluser’in üniversitede Felsefe bölümünden arkadaşı Bedia Akarsu, Macit Gökberk’in “erlebnis” karşılığı olarak kullandığı “yaşantı” sözcüğünü onun bulduğunu kaydediyor.
Kemal Uluser’in AKŞAM OLDU şiirinden:
Anneciğim gelsene yukarıya.
Bak, ufkun kızartıları eridi.
Sesler, susuncun(*) derinliklerinde uyumuş,
ne bir ürperti var, ne de bir kımıldanış...
Kuşlar yuvalarına döndüler, karıncalar
topraklar altına girdi,
her şey evine çekildi,
ortalığa çöküşen karanlık, serinlik yaymakta
(…)
Kemal Uluser, 1944’te bir Kasım günü zatürrieden öldüğünde 29 yaşındaydı. “Üç Zonguldaklı şair”in yaşça en büyüğüydü.
(*) Susunç: sükut