Bu kez resim kaptı köşeyi.
Uzun yıllardır Paris’te yaşayan ressam Ömer Kaleşi, bu yıl meslekte 50. yılını kutluyor. İstanbul’da TEM Sanat Galerisi, bu kutlamaya 29 Aralık’ta açılan ve 24 Şubat’a kadar sürecek olan Ömer Kaleşi Sergisi ile katılıyor.
Bir sanat yapıtı -hele hele plastik sanatlar alanında bir yapıt- sanatçısının elinden çıktıktan sonra var mı onu tutan? Görenlerin gözünde, gönlünde, kafasında türlü türlü anlamlar edinir; onu ortaya çıkaran şaşıp kalır yapıtıyla ilgili yorumlara; bazen da kızar belki duyduklarına… Ama, derler ya, yapıt bir kez sanatçının elinden çıktı mı artık herkesindir, herkesin onda hakkı vardır. Gerçekten herkesin onda hakkı var mıdır, bilemiyorum. Sanatçının sözüne de kulak vermek gerekir, diye düşünüyorum.
Ömer Kaleşi’nin bedensiz başları da öyle… Her izleyen kendi kültürel kodlarıyla bakıp yorumluyor bu yapıtları, ama kesinlikle kayıtsız kalamıyor, çünkü Kaleşi’nin o bedensiz suskun başları çok şey anlatıyor bakanlara… Karşılıklı bakışıyorsunuz. Siz ona soruyorsunuz, o size kendinizi sorgulatıyor.
Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdiğinden beri başlar yapıyor Kaleşi. Çoban başları, derviş başları, çocuk başları, kadın başları... Bu sergisinde meyvelerden oluşan ölüdoğa resimlerine bazen bir bakıyorsunuz, satıcı kadının başı da girivermiş, ya da satıcı çocuğun başı elmaların arasına saklanmış. “Başlar benim işim gücüm, hep de öyle olacak. Tüm yaşamım, tüm resim sanatım başlar üzerine kuruludur. Başın bedenden önce geldiğini, onu yönettiğini, dilediği yere yönlendirdiğini, bedene komut verdiğini düşünüyorum. Başı yaparken, insanı yapıyorum. Beden gerekli değil, o hiçbir şeye karar vermez. Her şeyi ‘baş’ın içinde görürüz; baş yeterlidir” diyor ressam.
Manastır’da doğan ve küçük yaşta ailesiyle Türkiye’ye göçen Ömer Kaleşi’nin işleriyle ilgili belki de en iyi değerlendirme kitabını Jacques Lacarrière yazmış. Yaşam boyu çalışmalarından dolayı Académie Française’in Büyük Ödülü’nü almış olan yazar, eleştirmen, gazeteci ve filozof Jacques Lacarrière’in (1925-2005) Ömer Kaleşi’nin resmi için yazdıkları ressama da aykırı gelmiyor. Ben de hem yorumunu kendime yakın bulduğum için, hem de anlatımına hayranlık duyduğum için onun yazdıklarından yararlanıyorum aşağıda.
Lacarrière, ressamın atölyesinde ilk kez gördüğü Kadın Çoban tablosu karşısındaki izlenimini “cezbeye tutulmuş bir varlıkla karşı karşıyaydım” diye anlatıyor. Kadın çobanın başı ve Kaleşi’nin öteki resimlerindeki başların karşısında kendini de çoğu zaman cezbeye kapılmış bulduğunu yazıyor.
Bir sanatçının yaşamı, deneyimleri, duyguları yapıtına yansımaz mı? Bu soruya “Hayır” diye yanıt vermek olanaksız. Kimi sanatçıda bu çok belirgindir, kiminde daha az… Ailesinin bir kanadı Makedon, bir kanadı Arnavut olan Kaleşi de küçükken, daha Türkiye’ye gelmeden yaşadıklarını tüm yaşamı boyunca yapıtlarına yansıtmayı sürdürüyor. Yaşadıkları köyün halkının Partizanlarla çarpıştığını, kadınlarla çocukların mağaralara sığındığını, köylerinin yakıldığını anımsıyor. Tablolarındaki kırmızının o yangından kaldığını anlıyorsunuz. Yangın sonrası köylerine dönen çocukların kapkara külleri eşelerken içten içe yanan alevlerle karşılaştıklarını anlatıyor. Bu görüntünün tablolarında yinelendiğini fark ediyorsunuz. Ya, bizden yana bakan o üst üste yığılmış başlar?... Mağaradan, köylerinde olup bitene endişeyle bakanlar olmasın?... Sanatçı Balkan dramını (dramlarını/ bitmeyen Balkan dramını) başlarla anlatıyor… Lacarrière’in Kaleşi’nin resimlerinden esinlenerek yazdığı şiirler arasından 1994’te yaptığı Balkan Dramı III tablosu için yazdığı şiiri paylaşıyorum:
“ Gözleri açık da olsa, kapalı da, gördükleri hep aynı. Çoktan gelmiş, başa gelmiş bir olayın izleyicisi onlar. Gece mührünü basmış, ayın ve umudun yansımasıyla ışıyan yüzlerine. “Biz” diyorlar, “bir araya gelip, ayrı düşmeye direnmek için bedenleri ve yürekleri kenetlenmiş bir halkız. Öyle bir halk ki, her birimiz aynı adı taşırız: Masumlar denir bize.”
Düşünmek için; kendimizi, dünyamızı sorgulamak için ve 50. sanat yılını kutlamak için Ömer Kaleşi’nin sergisini gezmek gerek.