Bu kez köşenin sahibi, sinema…
Çocukken bilgisayarın adını bile duymamışken yaşamımızın büyüsü sinemaydı. En büyük eğlencelerimizden biri de gördüğümüz (yada görmüş gibi yapıp uydurduğumuz) filmleri birbirimize anlatmaktı. Geçenlerde gördüğüm birkaç filmi anlatmak istedim.
25. Ankara Uluslararası Film Festivali, bu yıl 5-15 Haziran tarihleri arasında düzenlendi. Kurucularından sevgili Mahmut Tali Öngören, bugünleri görebilseydi, hiç kuşkusuz, gurur duyardı. Festivalin temasını “bellek-sizleşme” olarak belirleyen düzenleyiciler, “sinemanın yeni yıldızı” olarak nitelenen Romen sinemasına özel bir yer ayırmakla doğru bir karar vermişlerdi, çünkü Romanya’nın yeni sinemacıları ülkelerinin geçmişiyle son derece ilgiliydiler.
Soğuk Savaş yıllarında bir Romen sinemasından söz edilmiyordu; çünkü Nikolay Çavuşesku diktası altındaki Romanya, sinemacıları boğuyordu. Çavuşesku’nun 1989’da devrilmesinin üzerinden on yıl geçmişti ki yepyeni bir sinemacı kuşağı çıktı ortaya. Onlar Çavuşesku döneminin çocuk yada gençleriydi. Dünya, birdenbire ortaya çıkan bu Romen sinemasıyla Fransız Yeni Dalgası, İtalyan Yeni Gerçekçileri arasında benzerlikler aradı ama o kendine özgü dili olan taptaze bir sinemaydı. Festival, bu yeni yıldızı en yeni ürünleriyle tanıma olanağı sundu bizlere.
Romen sineması kısa filmlerle dikkati çekmişti. Ankara’da da hem kısa, hem konulu, hem de belgesel Romen filmleri gösterildi. Tümünde ortak bir özellik öne çıkıyor: toplumu alaycı bir gerçekçilikle yansıtırken insanı da içe işleyen bir biçimde ele alıyorlar. Bu ortak özelliği üç örnekle göstermeye çalışayım:
1972 doğumlu Tudor Giurgiu’nun 2012 yapımı filmi Salyangozlar ve İnsanlar, Fransızların “komedi dramatik” dedikleri türden bir film: Sosyalizm döneminden kalma, devlete ait bir otomobil fabrikası salyangoz konservesi üreten bir Fransız girişimciye satılacaktır. 1000 işçiden ancak 300’ü bu satıştan sonra işini koruyabilecektir. Fabrikanın eski dönemden kalma genel müdürü, kıt Fransızcasıyla da olsa pazarlığı tek başına yürütmektedir ki paranın yüklüce bir kısmını cebine atsın. İşçi sendikasının genç önderi, fabrikanın satılmasını önlemek için işçilerin gerekli parayı bulup fabrikayı kendilerinin almalarını önerir. Nereden para bulacaklarını düşünürken televizyonda bir ilana rastlar: Bükreş’te açılan ABD’li bir şirket, sperm satın almaktadır. Sendika başkanı, işçi arkadaşlarını gereksindikleri parayı çıkarabilmek için başka bir yol olmadığına inandırmaya çalışır. Filmin sonunu anlatmayayım ki henüz görmemiş olanlar için sürprizi kaçmasın! Filmde, olmayacak türden bir olay, gerçekçi, düşündürücü, alaycı ayrıntılarla beslenirken kişilerin özel yaşamlarındaki dramlara da incelikle vurgu yapılıyor.
Anca Damian’ın Crulic- Öteye Yolculuk filmi gerçek bir olaya dayanıyor. Crulic, Polonya’dan aldığı malları Romanya’da satarak ekmeğini kazanan genç bir Romen’miş. Polonya’da hırsızlıkla suçlanıp tutuklanınca suçsuzluğunu kanıtlamasına olanak verilmemiş. Haksızlığa kayıtsızlık karşısında ölüm orucuna girmiş. Bireyi hiçe sayan bürokrasi yüzünden Polonya hapishanelerinde ölmüş. Ölümünden sonra Romanya Dışişleri Bakanı’nın “doğrudan sorumlu ben olmadığım halde görevimden istifa ediyorum” diyerek makamını bıraktığını filmden öğreniyoruz.
Ülkeyi böyle sarsan bu olayı, Anca Damian farklı bir canlandırma (animasyon) tekniğiyle anlatmış: Crulic’in çocukluğundan hapse atılmasının birkaç gün öncesine dek çekilmiş 100 fotoğrafı; nesnelerle ortamların suluboya, vb resimleri ile fotoğrafları; devinimler için ise çizgi canlandırmalar ile bunların tümünün kolajı… Filmin alışılmadık bir anlatıcısı var: Crulic, yaşadıklarını ölümünden sonra kendi anlatıyor öte dünyadan seslenerek. Film, annesiyle kızkardeşinin onun cansız bedenini (yazabildiği son güne dek tuttuğu günlükle birlikte) hapishaneden alarak, yaşarken hiç binmediği ölçüde lüks bir otomobilin arkasında Romanya’ya geri götürmeleriyle başlıyor. Filmin sonundaysa ölümüyle ilgili televizyon haberlerinin gerçek görüntülerine yer veriliyor. Çeşitli anlatım araçlarının başarıyla birlikte kullanıldıkları bu filmde canlandırma, yer yer şiirselleşen bir bağlayıcı görevi üstleniyor.
İnsan hakları gibi ağır bir konunun, bir adamın mutlak yalnızlık içinde ölmeye bırakılması gibi trajik bir konunun yer yer hiciv/ alay katılarak anlatılabildiğini görüyoruz.
1966 doğumlu Alexandru Solomon da Kapitalizm- Bizim Özel Formülümüz başlıklı belgeselinde farklı anlatım tekniklerini başarıyla birleştirirken lego benzeri oyuncakların canlandırmasından yararlanmış. Yönetmen anlatıcılığı da üstlenmiş. Devrilişinin üzerinden 30 yıl geçtikten sonra gökyüzünden uçakla Romanya’ya inen Çavuşesku’yu (eski haber görüntüleri kullanılmış) Bükreş’te arabasıyla dolaştırıyor; önce şehrin dış görünüşündeki değişikliklere, devasa reklam panolarına, vb şaşıran eski diktatör bir zamanlar sarayı olan yapının önünden geçerken “Şimdi burada kimler var?” diye soruyor. Yönetmen, böylece ülkenin yeni ileri gelenlerini tanıtmaya başlıyor. 100 binlerce avroluk varlığa sahip, siyasette de etkili isimlerle yapılan röportajların sonunda yolsuzluğun, adam kayırmanın, vb’nin egemenliği ortaya seriliyor. Çavuşesku geldiği yere dönerken “benim ilkelerime bağlı kalındığını gördüm” diyerek mutlu ayrılıyor.
Çok iyi anlatılmış bu belgeselin ardından, gördükleriniz aklınızdan kolay kolay çıkmıyor: Özellikle de, “yeni dönemin varlıklılarından biri” olarak tanıtılan televizyoncunun söyledikleri kafanızda dönüp duruyor. Kanalı seks ve suç ağırlıklı programlarla öne çıkan televizyoncu, “Eğer Çavuşesku bu tür programları akıl edebilseydi, rejimi bugün de sürerdi. Halkı oyalamanın bundan iyi bir yolu yok!” diyor. Topluma ilişkin şu söylediği de insanı düşündürüyor: “30 yıl önce devrimi yapanlar yok artık ortalıkta. Ya başka bir ülkeye göçtüler; ya umutlarını kesip bir köşeye çekildiler; diğerleri de hiçbir şey yapamayacak kadar yoksul, yaşlı ya da bilgisiz… Toplum sessiz, uykuda…” Ama, sinemacılar uyumadığı sürece gelecekten umut var, diye düşünüyorsunuz.