Ankara’daki Siyah Beyaz Sanat Galerisi 12 Mayıs 2017 tarihinde ilginç bir sergiyle sanatseverlere kapılarını açtı. Serginin teması “Portreler ve Otoportreler”.
Serginin küratörü Melis Golar konuyu şöyle açıklıyor: “Aksinin İddiası bir otoportre ve portre sergisidir. Sergi, günümüzde sanatçıların otoportre ve portre yorumlarının çeşitliliği veya farklı yaklaşımlarını deneyimlemeyi hedefler ve aralarındaki etkileşime kapı açarak bu etkileşimden hareketle portrelerle ilgili algıların ne yönde değişeceğini gözlemler.”
Bu açıdan hareketle “travma” teması çerçevesindeki sergi çalışmasında bir grup sanatçı kendi portrelerini üretirken, ikinci grup ilk gruptaki sanatçıların portrelerini üretmiş. Bir çeşit bilimsel-sanatsal araştırma şeklinde planlanan bu çalışmaya izleyiciler de adeta üçüncü bir grup olarak katılıyor, kendini gözleyenle, onu gözleyeni gözlüyor.
Bora Akıncıtürk, Murat Atabek, Zeynep Beler, Ela Cindoruk, Uzay Çöpü, İsmet Doğan, Ali Elmacı, Görkem Ergün, Kutlu Gürelli Zeynep Gürler, Aslı Işıksal, Onur İzci, Ali Kotan, Nihal Martlı, Merve Morkoç, Aslı Narin, Aykut Öz, Murathan Özbek, Ardan Özmenoğlu, Günnur Özsoy, Nazan Pak, Seçkin Pirim, Damla Sari, Nejat Satı, Ekrem Yalçındağ ve Ümmühan Yörük’ün katıldığı bu sergi çalışmasındaki eserler çeşitlilik arz ediyor; farklı biçimlerde resim ve heykel yaratılarını içeriyor.
Sanatçıların bazıları birbirlerini kişi olarak veya eserleriyle yakından tanıyormuş, hatta yıllardır beraber çalışıyormuş; bazıları ise işbu sergi çalışması sürecinde tanışmış. Golar’ın anlatımıyla bu interaktif çalışma “bir tanıtım şekli olan portreyi, sanatçının gerçekte algıladığının ötesinde tanıdığını-bildiğini, bilmek ve görmek istediği üzerinden sunuşunu güncel yorumlarla buluşturuyor. Sanatçı grupları organik bir biçimde; kimi zaman yalnızca kendilerine yakın buldukları bir estetiği pratik etmeyi seçerken, kimi zaman kendi pratiğini pekiştirmeye yöneldi; kimisi usta-çırak ilişkisi üzerine giderken, kimisi uzun süreli tanışıklıklara dair yeni bir hafıza oluşturma amacı ile bu sergide buluştular”.
Sergiye katılan sanatçılardan Zeynep Beler, “Seneler geçtikçe insanın kendini tamamen tanımasının olanaksızlığını daha iyi anlamaya başladım. Bütün gerçekten de parçaların toplamından fazladır, biz de kendimizi etrafımızdaki yüzeylerdeki bölük pörçük parçalar, ışığın açısına göre değişen yansımalar olarak kavrayabiliyoruz. Bilinç üstü, bulanık, sallantılı ve gereğinden fazla önemsenen bir parçamızın sindirilmesidir“, diyor. Kim bilir belki de Beler eserinde büyümenin tanımını yapıyor.
Ali Elmacı yarattığı Merve Morkoç portresini “Bu portrede Merve’yi güldüğü ile ağladığı belli olmayan bir şekilde resmediyorum; Merve kızgın mı ağlıyor mu gülüyor mu; kafa karışıklığı yaratıyorum ve bugünün yaşadığı ikilem ve kaotikliği bir travma olarak görüyor ve Merve’nin yüzüne yansıtıyorum” diyerek açıklıyor. (Bir göz doktoru olarak oysa ben bu resimde bir çift kırmızı ve sulanan göz görüyorum, elim hemen antibiyotik reçetesi yazmaya davranıyor!)
Damla Sari eserini anlatırken sahip olduğu sinestezi yeteneğini (bir duyu uyarıldığında diğer bir duyunun da harekete geçmesi, örneğin müzik dinlerken renk görme hissi) Seçkin Pirim’in resmini yaparken de kullandığını belirtiyor. Yaratım serüvenini “Aslında Seçkin Pirim’i zihnimin bu kadar rahat algılayabilmesi, çocukken duyduğum sesleri uçarak eriyen renkli küreler, dikdörtgen prizmalar, küpler olarak görmem kadar eğlenceliydi. Portreye bakarken birkaç ayrıntıyı yerine oturtmak adına Seçkin Pirim’in işlerine baktım. Sesini duymam gerekliydi. Seçkin Pirim ile ilgili zihnim de hiç bilgi olmaması, havada uçan renkli şeyleri harekete geçirdi. Yeni bir insanı bu şekilde tanımak benim için oldukça ilginç bir süreç haline geldi”, diyerek anlatıyor.
Sinestezi gerçekten de özel bir yetenek olmakla beraber küçük yaştan itibaren geliştirilebilen bir duyu kullanım yöntemi. Müzik dinleyen bir çocuğa “müziğin ne renk olduğu”, veya resim yapan bir çocuğa “resmi yaparken nasıl bir melodi hissettiği” sorularak geliştirilebiliyor.
Aykut Öz ise yarattığı heykel için şunları yazmış: “Benliğimiz çok katmanlı bir bütün bence. Birçok rolümüz, kimliklerimiz ve sorumluluklarımız var. Bir yanımızla kendimizi yere göğe koyamaz sürekli egomuzu okşarken, diğer yandan içinde bulunduğumuz rollerin, kimliklerin getirdiği baskı ile olduğumuzu zannettiğimiz ya da idealize ettiğimiz benliğimizi artık yok saymak istediğimizi hissederiz zaman zaman. Hatta belki sıkça! Birçoğumuzda belki kendince ‘’ben’’ den kurtulmanın yollarını arar. Birçoğumuzda kurtulmayı başardığını düşünür. Ben ise bunun çok da mümkün olmadığını düşünüyorum. Sevmediğimiz yönlerimiz, başarısızlıklarımız, diğer insanlarla olan tatlı ya da tatsız ilişkilerimizle, içimizde oluşmasına engel olamadığımız olumsuz duygularımızla benliğimiz bazen gerçekten taşıyamayacağımız kadar ağır gelebilir bize. Tüm ağırlığına rağmen onu taşımaya devam ederiz. Ne kadar atmaya kurtulmaya çalışsan da o gelir seni bulur ‘’BENden kurtulamazsın’’ diyorum”.
Öz’ün yaptığı heykel sırtına dünyayı değil de kardeşi bilinci temsil eden Prometheus’u almış bedeni temsil eden Atlas’ı hatırlatıyor. Beden bilinci sırtında taşıyor; nitekim kendi kendimizi taşımak zorundayız. Ya da Atlas, Öz’ün anlattığı benimsediğimiz “ben”, Prometheus ise beğenmesek de kurtulamadığımız “BEN”.
Belki bu buluşma biçimi “travmatik bir çarpışma yaşatmış” olabilir ama sonuçta sanat “travma” yaratmadan etkili olabilir mi? Nitekim sanatçıların yaşadığı travma etkili eserler olarak ürün vermiş. Sergi izleyici olarak bize de travmayı yaşatıp kendimize “ben kimim?” sorusu kadar, “ben aslında düşündüğüm değil, algılandığım kişi miyim?” sorusunu sorduruyor. Daha önemlisi “bakan göz” olarak da “bakılan göz” olarak da uzlaşarak yaşama gerçekliği…
PINAR AYDIN O’DWYER
13 Mayıs 2017