Hiç Taner Ceylan resmi gördünüz mü? Hani şu hiper gerçek tablolar! Bakınca gördüklerinizi günlük hayatta görmüş olsaydınız bu denli ayrıntıyı fark edemeyeceğiniz çizimler. Tablodaki kan veya ter yüzünüze sıçrayıverecekmiş ya da bir an sonra kendinizi tabloda bulacakmışsınız duygusu veren dehşetli gerçek, capcanlı kişiler. Karşınızda çerçevesiyle duran bir sanat eseri olduğunu bilmeseniz neredeyse korkuyla dolu tiksinti verecek ya da şaşkınlık uyandıracak gerçekler…
Sahnede şunlardan hangisini izlemeyi tercih edersiniz? Konunun hayal âleminde, o anda asla kalkıp gidemeyeceğiniz bir dönem ve yerde geçen yorumunu mu, yoksa her an yanı başınızda olan veya olabilecek biçimindeki anlatımını mı? Olayların sizin başınıza gelebilecek biçimiyle kendinizi Taner Ceylan resimleri gibi yorumun içinde bulmak ister misiniz? Yoksa “Olaylar aksın gitsin, ben sadece duyguları algılayayım, izleyici olarak kalayım”, mı dersiniz? Ne de olsa Peter Mendelsund’un dediği gibi “Sanat eseri deneyimini hatırladığımızda durmaksızın birbirini izleyen imgeler hayal ederiz.“ Ya da Shakespeare’ın ifadesiyle “Romanda veya sahnede sevilen bir karakter, zihinde ‘’vücuda gelir’’.
Eğer birinci şekli yani, hayalinizi çalıştıracak şeklini yeğliyorsanız, operaya veya baleye gitmeden önce o yapımın fotoğraflarına bakın derim. Çünkü eğer romantik bir yorum bekliyor ve benim gibi ılık bir Mayıs akşamı Barcelona’da Gran Teatre del Liceu’da Puccini’nin şaheseri Manon Lescaut ile buluşmaya gider ve güncel bir sahneleme yorumuyla karşılaşırsanız tüyleriniz diken diken olabilir.
Operaysa opera, şansa şan, dört başı mamur bir opera yapıtı işte karşımda, sahnedeydi. Başroldeki sanatçıların hepsi birbirinden iyiydi, koronun ve orkestranın da onlardan kalır yeri yoktu. Sonuçta Barcelona’da Gran Teatre del Liceu’daydım, daha ne olsundu ki!
Gelgelelim, seyir hiç de öyle umduğum gibi seyretmedi. Dekor ve kostümler günümüze aitti. Temsil başladıktan kısa bir süre sonra boğazıma bir ilmek dolandı ve giderek bu ilmek sıkı bir demir cendere halini aldı. Sahneleme öylesine gerçek, öylesine bugüne dair, öylesine tanıdıktı ki, kendimi olayların içinde Manon için bir oraya bir buraya kan ter içinde koşarken buldum. Manon’u nasıl kurtaracağımı bilemedim.
Hele Louisiana yerine, son derece tanıdık Özgürlük Heykeli arka planıyla New York hapishanesinde geçen son perdede neredeyse her gün basında görmekte olduğumuz alaşağı olmuş kaçak göçmen botlarını görmeye başlamıştım. Adeta tüm göçmenler, tüm sığınmacılar; haberlerde görünce gözümü kaparsam yok olacağını sandığım tüm eziyet çekenler sahneden bana doğru geliyor, bana dokunuyor ve yardım istiyordu. Elimden de hiçbir şey gelmiyordu. Temsil yüreğimin üzerinde büyük bir ağırlık ve içimde derin bir suçluluk duygusu içinde bitti…
Opera sanatı üzerine görüşler
Çağımızın önde gelen felsefecilerinden Slavoj Zizek ve Mladen Dolar, “Operanın İkinci Ölümü” adlı deneme yazıları içeren kitabında, opera tarihinin başlarında mitolojik konuların işlendiğini hatırlatarak, “Bu büyülü konuların bizi artık önceki kuşakları etkilediği kadar etkilemediğini, konusu gerçeklik içeren operaların daha ciddiye alınmaya başlandığını” söylüyorlar. “Sanat eserlerinin otantikliğinin, yani bestelendiği ya da beslendiği ortam ve kültürlere hitap ettiğini ve onlara yön gösterdiğini” ifade ediyorlar. “Bu nedenle de operaya gidince konunun kendisi ve işlenişi ne kadar saçma da gelse eserin seyirci üzerinde psikoanalitik etkisinin oluştuğunu; buna “Hayal Gücünün Mantığı” denilebileceğini” anlatıyorlar.
Zizek ve Dolar, sahnenin hayal yaratıcı etkisinin basit oluşuna bağlayarak Lacan’ın “Hayal penceresi” kavramını hatırlatıyorlar. Onlara göre “Yalın jest ve mimikler, müzik ve diğer tüm sahne unsurları seyirciyi üstün ve ütopik uzlaşmanın gerçekleşebildiği başka dünyalara taşır”. Hayal penceresi bir de empati kurmayı öğrenmek için başkalarının deneyimlerini görünür ve anlaşılır kılar.
Ancak hayal etmeye olanak tanımayan, gerçeğin gerçek suretinin sunulduğu yorumlar sahneye taşınınca etkisi dayanılmaz ve katlanılmaz olabiliyor. Deyim yerindeyse olayları yeri geldiğinde iki göz açık, yeri geldiğinde tek gözle veya gözleri kapatarak izleyebilmek hakkına sahip olamamak, hayal penceresinden değil de olayların ortasındaymış ve hiçbir şey yapamıyormuş gibi izlemek zorunda kalmak ne büyük bir işkence! İnsana kendini koruma ve aklında çare üretme şansı veren “sanat hayal penceresi” de ortadan kalkarsa insanlık nasıl ayakta kalacak?
PINAR AYDIN O'DWYER
16 AĞUSTOS 2018
Dipnot
Konu: Manon Lescaut bildik bir konu. Antoine (Abbé) François Prévost tarafından 1731’de yazılmış trajik bir öykü. Manon Lescaut fakir bir terzi yamağıdır. Des Grieux adlı bir saf ve temiz kalpli bir şaire âşık olur ve birlikte yaşamaya başlarlar. Aslında varlıklı ve asil bir aileden gelen Des Grieux kısa zamanda elindekilerin tümünü kaybeder. Bunun üzerine Manon zengin mi zengin Geronte di Revoir’in metresi olmayı kabul eder. İlerleyen zamanlarda artık tamamen fahişe olarak ekmeğini kazanmak zorunda kalan Manon, müşteri olarak çalıştığı eve gelen Des Grieux ile yeniden karşılaşınca eski aşkı depreşir ve ona kaçar.
Ancak Geronte bunu hazmedemez ve Manon’u fahişelik suçundan tutuklatır. Kaçmaktan başka çaresi olmayan Manon ve onu bırakmaya gönlü razı olmayan Des Grieux, yeni kurulan Amerika’nın Louisiana eyaletine kaçarlar. Göçmenlerin kaldığı bir yerde Manon, Des Grieux’nün kollarında açlık ve susuzluktan ölür.
Manon’un tarihçesi: 18’inci yüzyılın romantik akımına damgasını vurmuş olan bu klasik eser, başka eserlerde de konunun içine yerleştirilmiştir. Örneğin Alexander Dumas (oğul) tarafından yazılmış Kamelyalı Kadın adlı oyunun ilk perdesinde karakterler Manon Lescaut balesini seyretmektedirler. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi adlı romanında da genç Dorian, Lord Henry’i beklerken Manon Lescaut’nun sayfalarını çevirmektedir.
Bunların yanı sıra Manon etkileyici konusuyla bazı ayrıntıları birbirinden farklı da olsa birçok esere kaynak teşkil etmiştir. Bunların başında Fransız besteci Daniel Auber’in aynı adlı operası (1856), Fransız besteci Jules Massenet’nin Manon adlı operası (1884), Giacomo Puccini’nin aynı adlı operası (1893), daha sonra Alman besteci Hans Werner Henze’nin Bulvar Yalnızlığı adlı operası (1952) gelir.
Jean-Louis Aumer’in 1830’da bestelediği aynı adlı balesi ile 1974’te koreograf Kenneth MacMillan’ın Massenet operası müziğini kullanarak baleye çevirdiği Manon’un Öyküsü adlı eser de söz edilmesi gereken Manon baleleridir. Ayrıca birçok Manon konulu film de yapılmıştır.
Manon konulu filmlerden bazıları:
Manon Lescaut, Yönetmen: Arthur Robinson, Başrol: Lya de Putti, 1926.
When a Man Loves, Yönetmen Alan Crosland, Başroller: John Barrymore, Dolores Costello, 1927.
Manon Lescaut, Yönetmen: Vittorio de Sica, Başrol: Alida Valli, 1940.
Manon, Yönetmen: Henri-Georges Clouzor, Başroller: Michel Auclair, Cécile Aubry, 1949.
The Lovers of Manon Lescaut, Yönetmen: Mario Costa, 1954.
Manon 70, Yönetmen: Jean Aurel, Başrol: Catherine Deneuve, 1968.
Manon Lescaut, Yönetmen: Gabriel Aghion, Başroller: Céline Perreau, Samuel Theis, 2013.
Kaynakça
Zizek S, Dolar M: Opera’s Second Death. Routledge, 2002.