Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (EBBŞT) Ankara turnesinde F. Garcia Lorca’nın (1898-1936) tek perdelik “Bernarda Alba’nın Evi” adlı oyunu A. Turan Oflazoğlu’nun çevirisiyle sergilemeye başladı. Prömiyeri 6 Ekim 2018’de gerçekleştirilmiş olan eseri 9 Nisan 2019 tarihinde Küçük Tiyatro’da bu oyunu seyretme fırsatım oldu.
“Bernarda Alba’nın Evi” seyircimize yabancı bir eser değil. Daha önce Devlet Tiyatroları ve özel tiyatrolar bu eseri birçok kez sahnelemişlerdi. Kısaca konusu kocası yeni ölmüş olan Bernarda Alba’nın dört kızını yas tutmaları için eve kapaması, evlenmelerine de kimseyle görüşmelerine de izin vermemesi ve kızların bu hapis-tutsak yaşama tepkilerinin öyküsüdür. Franco’nun dikta rejimi döneminde başına gelmedik kalmayan ve sonunda kurşuna dizilerek öldürülen Lorca’nın bu oyunu tahmin edileceği üzere ancak ölümünün üzerinden yıllar geçtikten sonra sergilenebilmiş. Eserin konusu erkeksiz bir evde kadınların zorba anneden çektikleri gibi dursa da tüm zorbaları sembolize ettiği, bu yüzden de uzun süre yasaklı olduğu söylenebilir. Nitekim oyunun açılış cümlelerinden biri olan “Sen de benim kadar ölürsün ancak” cümlesinin aslında kimin için yazıldığı çok açık.
Öte yandan Lorca’nın eseri hakkındaki kimi yorumlarda erkeksiz kadınların eril bir hayat sürmeye başladığının da anlatıldığı belirtiliyor. Bu yorumlara “eril olsun olmasın kadının kadına yaptığını hiçbir erkek yapamaz” düşüncesi de eklenebilir.
EBBŞT’nin bu sezonda repertuvarına aldığı oyunu genç yaşına karşın deneyimli yönetmen İpek Atagün Gezener sahneye koymuş. Sahnelemeye dramaturji açısından Sibel Arıcan yol göstermiş, koreografi ve hareket düzenlemesi ile Aslı Güneş Sümer katkıda bulunmuş. Eserin müzikleri Ekin Eti’nin, kostüm tasarımı Tülay Kale’nin, dekor gerçekleştirmesi Ahmet Ertap’ın, ışık tasarımı ise Mustafa Kala’nın eseri.
Bernarda Alba rolünde Burcu Tutkun, evin başhizmetçisi La Poncia rolünde Özlem Akdoğan, dört kızdan Angustias rolünde Ecren Can Serim, Martirio rolünde Özlem Baykara, Magdalena rolünde Mahide Yumbul Cantürk, en küçük kız Adela rolünde Pınar Bekaroğlu Ciotta, büyükanne Maria Josefa rolünde Elçin Tezcan ve diğer hizmetçi rolünde Ayşen Aşkın hem oyunları, hem dansları ve devinimleri hem de söyledikleri şarkı ile usta oyuncular olduklarını kanıtladılar. Her biri o kadar sahiciydi ki rol yapmayıp gerçekten canlandırdıkları kişiydiler adeta.
Gerek Yunan tiyatrosu misali trajik maske ifadeli makyaj, gerek hayali evin yas tutulan pencere ve kızların çile odalarını betimleyen salt çerçevelerden oluşan yalın dekor, gerekse eserin yazıldığı dönemi işaret ederek günümüzden soyutlamayı sağlayan kostüm açısından sahnelenişe tümden bakınca son derece inandırıcı ve kavrayıcı olduğunu söylemek mümkün. Bernarda’nın o andaki duygusuna göre ailesindeki üç nesil ölmüş erkeği simgeleyen altın, gümüş, siyah renkli bastonlar hem despotluğu hem de despotluğa neden olan acıları anlatıyordu. Bastonun yanı sıra tekrarlayan unsurlardan biri olan (sinemada “running gag” benzeri) beyaz çarşaf öğesi özgürlük, esaret, aşk, cinsellik ve bebek kavramlarını simgeliyordu. Aynı şekilde kalın bir ip, yeri geldiğinde Moira’ların kader örgüsünü, yeri geldiğinde umutla çile arasındaki uzun yolu ve ailedeki karmaşık ilişkileri, yeri geldiğinde intiharı ifade ediyordu. İskemleler yeri geldiğinde ilişkilerdeki pozisyonları, yeri geldiğinde özgürlüğü, ya da korku ve gerginlik duygularını; nakış gergefi çileyi; uçan mavi balonsa ilelebet özgürlüğü betimliyordu. Tüm bunlara güzel müzik (hele kızların deniz olan özleminin betimlendiği neşeli bölüm harikaydı) ile koreografik sahne düzenlemesi de eklenince ortaya son derece estetik devinimli ve belki tam da bu yüzden daha güçlü bir demir yumruk gibi bir eser çıkmıştı.
Aslında yapımın bir özelliği daha vardı. O da “Yeni tiyatro” biçiminde oynanıyor oluşuydu. Klasik tragedyaların “teatral” yorumlanışı yerine daha doğal, daha yalın yorumlanış esasen seyirciye kendisiyle benzerlikler bulmasını, deyim yerindeyse hemhal olmasını sağlıyor. Mademki dram insanların çektiği acılara üzülmemize, yüreğimizin onlarla birlikte ağlamasına yani acındırmaya dayanır; trajedi ise acıtmaz ve acındırmaz, ama zaman ve mekândan bağımsız olarak insanlığın serüvenini göstererek anlatır, bizi sarsarak ürpertir ve düşündürür, o halde yalın oyun biçimi anlatılanı daha içselleştirilmesini sağlar diye düşünülebilir. “Büyük Oyun” ile “Büyük Oyuncunun” yerlerini “Gerçek Oyun” ile “Sahici Oyuncuya” bırakma zamanı gelmiş gibi duruyor. Artık ulaşılmaz buyurgan tiyatro devri değişti; gün ilahların değil, insanların günü, vakit sıradan insanın vakti, sıra seyircinin anlatılma sırası. Esaretten çıkıp gidilecek, arzulanan özgürlüğe kavuşulacaksa bu seyircinin hakkı olmalı. Seyirci sahnede kendini ve kendine ait dertli yaşamı görebilmeli ki işte anlatılan o acılarının dinmesi için umut edinebilmeli.
Bu kadar bilinen bir eseri yeniden ve yeniliklerle yorumlamaya kalkışmak cesaret işi. Oyuncular ve sahneye koyan ile tüm yaratıcı ekip yılın sahneleme ödülüne aday olacak biçimde bunu başarmışlar, kutlarım!
Pınar Aydın O’Dwyer
(*) W. Shakespeare: All the world’s a stage (Bütün dünya sahnedir, https://g.co/kgs/bz9JSG).