"Kendi yaşamınızı tam anlamıyla yaşadınız mı, yoksa yaşam mı sizi yaşadı?
Siz mi seçtiniz, yoksa o mu sizi seçti?"
Nietzsche
İnsan sırf maceradan maceraya koşmak için doğmuş olabilir mi? Veya yaşamını tümüyle bunun üzerine kurmuş olsa ama mecrası da müzik olsa ortaya nasıl bir sonuç çıkardı? Her zaman güne aykırı olmak, beklenenden farklısını yaratmak, nefret edilmek hatta itilmek ve atılmak, açıkça istenmemek, hakkında sürekli şikâyet yazılmak, oradan oraya sürülmek, zaman zaman sürünmek pahasına sonunu bilemediği serüvenlere atılmak, boyuna olmayacak işlere kalkışmak pek az insanın başa çıkabileceği bir yaşam biçimi. Maceraya atılmak aslında insanın kendini keşfetmesi, kendisiyle başa çıkıp çıkamayacağını, zayıflıklarına tahammül edip edemeyeceğini görmesi için ise Richard Wagner (1813-1883) hayran olunarak ve nefret edilerek, kendini iliklerine kadar tanıyarak yaşamıştır.
Sanatçı bir ailede küçük yaşta başlayan yaratıcılık dürtüsü ve kardeşler arasında yaratıcılık yarışması ortamında büyüyen Wagner’i klasik müziğe çeken Carl Maria von Weber’in bir operası ve Ludwig van Beethoven’in bir senfonisi olmuş. Her ikisi de birbirinden benci, birbirinden kibirli, tam da Wagner’in ruhunu harekete geçirecek müzikler. Gerçi daha sonra Beethoven’in tek operası Fidelio’yu da dinlerken de kendinden geçmiş ama bu daha çok başroldeki kadın sanatçıya âşık olmasından kaynaklanmış. Böylece erken yaşlardan itibaren yaşamına müziğin ve kadınların damga vuracağı belli olmuş.
Özel hayatı çalkantılı veya nasıl desek, çapkınlık değil de biraz erkek zorbalığı dolu. İlk eşini evlenmeye razı etmek için iki yıl uğraştıktan sonra evlenip tez zamanda onu önce komşusunun karısı, sonra başkaları ve en sonunda da hayatta kendisine en çok yardım eden Franz Liszt’in pek evli barklı, üstelik çocuğu yaşındaki kızı Cosima ile aldatmış. Dahası Wagner kendilerini tanıştıran yakın arkadaşı piyanist Hans von Bülow’un karısı olan ve Cosima ile Liszt’den gizli evlendiğinde çoktan iki çocukları varmış, ardından üçte keramet vardır diye bir tane daha olmuş. Sonrası da Wagner’in ölümüne dek yine inişli çıkışlı süren bir aile yaşamı elbette. Öte yandan söylentilere göre eşcinsel olan Kral II. Ludwig, Wagner'e ve onun müziğine duyduğu büyük aşkını kanıtlamak adına bir opera evinin yapımına yardım teklifinde bulunmuş. Bu büyük aşktan haberdar olan Wagner yine de bu yardımı kabul etmiş. Hatta Wagner’in bir arkadaşına “Kral ile dünkü toplantımız bitmesini hiç istemediğim bir sevgi sahnesi oldu” diye mektup yazdığı biliniyor.
Wagner’in nefes kesici yaşamında bir tekneye atlayıp alacaklılarından kaçıp Londra’ya sığınma, ardından devrimci Bakunin’e yakın olması ve Dresden ayaklanmasına katılması ve hatta orada bomba yapımında bulunması nedeniyle İsviçre’ye sürgüne gitme, orada da uslu durmayıp “Sanat ve Devrim”, “Geleceğin Sanat Yapıtı” gibi azıcık fazla ileri, fazla sol görüşlü yazılar yayınlamaya devam etme, Bavyera Parlamentosu tarafından devletin parasını yediği görüşüyle eleştirilme, daha sonraları da tamamıyla ters görüşleri içeren “saf ırk” konusundaki büyük tartışmalar yaratan yazılarından dolayı hücuma uğrama var. Ama en önemlisi bestelediği operaların geleneksel formların çok dışında olması nedeniyle müzik çevrelerince dışlanması. Bazılarının yuhalanmasına rağmen opera bestelemeye devam eden Wagner’in yaşamındaki en önemli olumsuz olay, bir zamanlar hayranı olan Nietzsche ile olan kitaplara düşmüş kavgalarıdır ki anlatmaya ne bu satırlar yeter; ne de Nietzsche’nin görüşleri üzerine söz söylemek bu satırların yazarının harcıdır.
Wagner yaşamı bir bütün olarak algılayıp her alana aynı serüven savaşçısı ruhuyla atılmış. Nitekim operada da, ne büyük bir cesaret ki, her şeyi kendisi yapmak istemiştir. Beste de, libretto da, sahneleme de, eserin temsilinde orkestrayı yönetme de aynı kişi tarafından yapılmalıymış ki bu kişi de tabii ki kendisi olmalıymış. Kim bilir belki de opera sanatını “tekmil sanat eseri kavramı” (Gesamtkunstwek) olarak ele almasının nedeni her şeyi kontrol altında tutma dürtüsü ve megalomanisidir. Ona göre, “tekmil sanat eseri” müzik, şiir, görsel sanatlar, dans gibi tüm sanatların operada harmanlanması anlamımdadır.
Sabit fikirli Wagner’in opera kompozisyon karakteristiklerinden bir diğeri “leitmotif” (bir karakteri, yeri veya fikri anlatmak ve hatırlatmak için tekrarlanarak kullanılan melodi) uygulamasıdır. Leitmotif ile sahneye birazdan kimin geleceği, hangi fikrin veya duygunun tekrarlanmakta olduğu kolayca anlaşılır, bu öncü melodi izleyicilerin duygularının farkına varmaksızın daha güçlü şekilde harekete geçmesini sağlar. Her açık denize çıkan denizcinin yeni bir maceradan önce yine dönüp dolaşıp aynı limana geri dönmesi gibi, müzikte de geri dönüşler ve tekrarlar ona emniyet duygusu vermiş olabilir mi sorusu burada akla gelebilir. Bu soruya cevap vermek zor ama en azından uzun Wagner operalarının bir ucundan diğerine izlerken, Leitmotif‘lerin bize karakterlerle tanışıklık (kim kimdi) ve kaybolmama duygusu (şimdi ne oluyor, konunun neresindeydik) sağladığı kesin, Wagner bir çeşit öncü “Running Gag” uygulaması yapmış.
Wagner sadece kendisi yaşamı için seçtiği biçimde değil eserleri için seçtiği konularla da seyircileri heyecan dolu serüvenlere çıkarır. Der Ring des Nibelungen (Nibelungen Yüzüğü) dizisinde Valhalla tanrıları ile ölümlüler arasındaki güç verici yüzüğü ele geçirmek için yaşanan maceralar dört opera tekmili birden nefes kesici ve yer yer sarsıcıdır. Ortalık karıştırıcı cüce Alberich, tek gözünü kendisi çıkarmış olan ışık, hava ve rüzgâr tanrısı Wotan ile tanrı ve yarı tanrı yardakçıları, Valküre perileri, krallar ile aileleri, sayısız karakter devamlı birbirlerinin kuyusunu kazarlar. Sonuçta kahramanımız,
Wotan’ın has torunu Siegfried insanlığı zafere ulaşır. Şimdi size Wagner’in kendi oğlunun adı nedir diye sorsam eminim hemen bileceksiniz, evet doğru Siegfried! (Kısa not, Nibelungen Yüzüğü operası ile Lord of the Rings dizisinin benzerliği konusunda JRR Tolkien “Her iki yüzük de yuvarlaktır ve benzerlikleri buraya kadardır” demiştir).
Opera ile hayat macerası birbirine böylesine karışmış olan Wagner’in Uçan Hollandalı operasının konusu bir tekneye atlayıp bilinmeze yelken açışına benzer. Hollandalı kaptan Daland bir lanet nedeniyle hayalet gemisiyle göklerde dolaşmaya mahkûm edilmiştir. Her yedi yılda bir dalgalar sakinleşecek, bir limana yanaşabilecek ve ancak bir kadın ona âşık olursa bu lanetten kurtulabilecektir. Sonuçta genç ve güzel Senta ona âşık olur, bunu kanıtlamak için suya atlayıp intihar eder, böylece lanet ortadan kalkar. Ne mutlu bir son!
Günümüzde macera sadece belgesellerde izlenen bir deneyimken, Tannhäuser operasında Wagner’in bizi çıkardığı maceralar da az buz olaylar değildir. Ozan Tannhäuser tercihini Venüs’ten yana kullanmış ve Venüs dağında onunla bir serüven yaşamaya gider. Ama sonra yaşamdan sıkılır, yine bir maceraya atılmak için, hem de Venüs´ün tehdit ve lanetlerine rağmen insanların arasına dönmüşken ozanlar ile âşık atışmasına girer. Atışma konusu yeryüzü zevkleri mi, ulvi zevkler mi daha değerlidir, “gerçek” nedir konusudur. Kazanan ozana ödülü Tannhäuser’in eski aşkı Elisabeth sunacaktır. Tüm ozanlar dinsel aşkı anlatırken sadece Tannhäuser, dünyevi aşkın tadından söz eder, hatta sonunda kendinden geçerek Venüs’e olan özlemini dile getirir. Onun sözlerinden tiksinen misafirler ve ozanlar kılıçlarını çekip üstüne yürürler. Masum Elisabeth onları sakinleştirerek Tannhäuser’e günahlarından arınması için fırsat verilmesini ister. Tannhäuser bağışlanmak umuduyla yeni bir maceraya girişir ve bu sefer de Roma’ya giden hacılara katılır. Bir süre sonra ruhen ve bedenen çökmüş halde Tannhäuser geri gelir. Papa onu ancak tahta asası filizlenirse affedebileceğini, affedilmesinin işte bu kadar imkânsız olduğunu söylemiştir. Venüs bu durumdan yararlanarak Tannhäuser’i geri almak için gelir. Tam ikisi beraber gidecekken asa filizlenir, affedilmiştir. Muhtemelen Tannhäuser’in maceraları tanrıya fazla gelmiştir. Elisabeth ölse de Tannhäuser’in gerçeği arayan ruhu eserin sonunda huzura kavuşur.
Wagner’in macera tutkusunun altında acaba nörolojik bir hastalık mı yatıyordu diye düşünecek olursanız, sorunuzun yanıtı tamamıyla “hayır” olmayabilir. Dört dörtlük migreni olan Wagner’in bazı eserlerde (Siegfried, Nibelungen Yüzüğü dizisinin üçüncü operası) migren öncüsü ve atağı belirtileri bulunur. İlk perde yüksek vuruşlu gümbürtülerle başlar ve giderek şiddeti artar. Perde açıldığında cüce tanrı Mime adeta baş ağrısını geçirmek istercesine çekiciyle demiri dövmektedir. Üçüncü perdedeki adeta zikzak şekilli yanıp sönen parlak melodi ise migren leitmotif’idir. İnanmadığınızı görüyorum, o halde Mime’nin şarkısını dinleyelim: “Dayanılmaz ışık, bu parıltı ve ışık çakması nedir? Etrafındaki dolaşan ve oynaşan yansıma beni çileden çıkarıyor. Başımda dayanılmaz şeyler dolaşıyor, beni çıldırtıyor”. Hâlâ inanmadıysanız, bu şarkının 16Hz şiddetinde dakikada 120 vuruşlu bir müzik olarak bestelendiğini, bunun da migren aura’sındaki ışıkların titreşim sıklığına denk düştüğünü ekleyeyim, emin olun bu klasik migren atağıdır. Her ne kadar migreni olmayan bazı orkestra şefleri bu bölümü daha yavaş da idare etmeye yeltenmiş olsalar da Siegfried operasının 1876’daki ilk oynanışında Wagner şef Hans Richter’e daha hızlı çaldırması için ikaz etmiştir. Migreni ancak migreni olan bilir. Tabii yine de ikna olmadıysanız sizi Siegfried’e davet ederim.
Almanya’nın Bayreuth kentinde Wagner’in 1876’da Kral II. Ludwig’in yardımıyla yaptırdığı opera evi yaklaşık 150 yıldır yaz aylarında bir festival ile perdelerini açıyor. Bizim gibi ölümlülerin bu mabede girebilmesi yakın zamana kadar neredeyse imkânsızdı. Bu tarihten önce kişilerin adeta bir maceraya atılıp, dilekçeyle kim ve özellikle de kimlerden olduklarını, operaya olan ilgilerini ve seyretme amaçlarını yazıp yıllarca süren bilet kuyruğuna girmeleri gerekiyordu. 2011’de Alman hükümetinin sağladığı fon karşılığında biletlerin yüzde 60’ı halka satılmaya başlandı. Bu sayede nihayet yıllar önce başvurduğum festivalden “bilet edinme onay yazısı” geldi. Artık festivale bilet alabilirim, tabii bu maceraya atılacak gücü kendimde bulabilirsem. Wagner’in kahramanlık destanının nişanesi Bayreuth Festivali ile ölümünden sonra uzun süre eşi Cosima Wagner’in yönetimi, sonra çocukları, torunları, şimdi de torunlarının çocuklarının yönetimiyle sürüyor. Şimdiki macera ise eserlerin Wagner’in betimlediği klasik şekilde değil, son derece modern yorumla sahnelenmesi. Wagner’in Alman klasisizminin sembolü olduğu düşünülecek olursa bunun ne büyük bir cüret olduğu anlaşılabilir.
Wagner’in operalarını seyretmek bir maceranın ta kendisidir, tabii cesareti olanlara...
PINAR AYDIN O’DWYER
Kaynaklar
Şatır S: Richard Wagner, Opera’dan Müzikli Dram’a, Yenilik Basımevi, İstanbul, 1984.
Richard Wagner, Klasik Müzik Koleksiyonu, Cilt 30, Büke U (Koordinatör), Boyut 1996.
Nietzsche F: Wagner Olayı, Nietzsche Wagner’ Karşı, Say Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2010.
Göbel CH, Göbel A, Göbel H: “Compulsive plague! pain without end!” How Richard Wagner played out his migraine in the opera Siegfried. BMJ 2013;347:f6952
Aydın O’Dwyer P: Opera Kitabı, Akılçelen Kitaplar, Ankara, 2015.
https://en.wikipedia.org/wiki/Running_gag
Not: Psikeart Dergisi, Sayı 46, Temmuz-Ağustos 2016’da yayınlanmış ve izinle kullanılmıştır.