Biten yaz günlerinde ilgiyle okuduğum kitaplardan biri de, Samipaşazade Sezai’nin (1859-1936) Sergüzeşt isimli romanıydı1. Romanın, Türk Edebiyatı’ndaki yeri, önemi ve içerdiği ilkler edebiyatçılar ve edebiyat tarihçileri tarafından değerlendirilmiştir. Kitapta beni hayli şaşırtan ve düşündürten, döneme ait bazı toplumsal gerçekler ve kesitler oldu. 19.yy.’ın son çeyreği, İstanbul… Öykünün ana ekseninde bulunan köle (esir) kavramı ve köle ticaretinin yaygın, üstelik gayet “olağan” olması, küçük kız çocuklarının ailelerinden kopartılarak konak ve yalılara hizmetçi (halayık) olarak satılması insanı dehşeti düşürüyor.
Romanda, tutkulu aşkın özneleri olan kız ve erkek dışında, belki üçüncü kahraman diyebileceğim bir karakter daha vardır. İnternette söz konusu kurgusal kişinin gerçek yaşamdaki benzerleriyle ilgili bazı fotoğraflara da ulaştım. Bu tarihsel dokümanlar yine o zaman diliminde ya da 20. yy.’ın erken dönemlerinde çekilmiş, tek kişinin ya da bir topluluğun siyah-beyaz fotoğrafları…
Çoğunluk hep aynı yüz ifadesi ya da benzer yüz veya beden özelikleri. Objektiflere derin bir hüzün, acı ve yorgunlukla bakmış olan bu kişiler, hanedan gidince Osmanlı Sarayı’ndan özgür kalan harem ağaları… Köle tacirleri ya da iyi bir yaşamları, meslekleri olsun diye bizzat aileleri tarafından, ama her iki olasılıkta da zorla ve acımasızca, çocukken “kastre” edilen (iğdiş edilen) köleler… Uzun yüzyıllar boyunca, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve öncesindeki birçok farklı Anadolu ve Orta Doğu uygarlığında, hükümdarlıklarında kendileri gibi yaşayıp ölen yüz binlercesinin son örnekleri. İnsanoğlunun en karanlık yönlerinden birinin, yani köleliğin ürünleri...
Harem ağalığı, kastrasyon (testislerin cerrahi olarak çıkarılması ve erkeklik hormonu testosterondan yoksun bırakmayı amaçlayan işlem) ile oluşturulan ikinci ve mutlak kalıcı bir köleliktir; yaşam boyu sürecek ve asla sağaltılamayacak fiziksel anormallikler, psişik acılar, çok boyutlu cinsel yoksunluklar…
Batı toplumlarında harem ve harem ağalığı kurumu ya da eşdeğeri yoktu elbette, ama yine çocukken (6-12 yaşlarında) kastrasyon uygulanan bireyler Avrupa’da da vardı: Kastratolar... Kadınların, erken Orta Çağ’dan itibaren, kilise korolarında yer almaları, ardından da 18. yy. sonlarına kadar sahneye (opera, tiyatro, koro, vb.) çıkmaları yasak olduğundan, gerek kiliselerde gerekse operalarda kadın sesi ve rolleri için bu ses rengine sahip kastratolar, düzenli olarak kullanılmış yüzyıllar boyu, özellikle İtalya’da. 2,3,4
İnsanlığın, çok uzun süren bu kolektif çılgınlığı, saçmalığı, kıyıcılığı ve vahşeti Avrupa’da 1870’de , bizde ise 17 Kasım 1922’de hanedanlığın ülke dışına çıkartılmasıyla, fiilen sonlanmıştır. Geriye fotoğraflar, öyküler, romanlar ve artık kastratoların değil, sopranoların, kontrtenorların seslendirdikleri, ama bu acımasız gerçeğin ve sürecin izlerini de taşıyan, çok sayıda ezgi kaldı…
Barok dönem İtalyan bestecilerden Geminiano Giacomelli’nin (1692-1740) La Merope operasında; Antonio Vivaldi’nin de (1678-1741) Bayezid (Beyazıt) isimli pastiş operasında yer verdiği, Francesco Gasparini’nin (1661-1727) güzel aryası örneğin, Sposa son disprezzata*… Yoğun bir hüzün ve zarafet içeren bu aryanın sözleri dışlanan, gözden düşen bir kadının bireysel acısını anlatır; ama ezgi, bir zamanlar operalarda tüm böyle partileri üstlenen kastratoların trajedisini de çağrıştırır bana bazen…
SAMİ EREN
23 Kasım 2021, Ankara
*: La Merope’de “Sposa, non mi conosci” adıyla.
KAYNAKLAR:
Samipaşazade, S. Sergüzeşt. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları-İstanbul. İkinci basım, 2020
Say, A. Müzik Tarihi. Müzik Ansiklopedisi Yayınları-Ankara. Dördüncü Basım, 2000. s. 191
Altıok, AA. Kastrato Sesler’in Müziksel Temsildeki Yeri (Bildiri). Müziksel Temsil Birinci Kongresi. 6-8 Ekim 2005 Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2014: 2 (1), 561-572.
Saruhan, Ş. Bir “Meleksiden Hayali Yaratık’a Dönüş” Hikâyesi: Kastratolar. Akademik