Geçen yılın kuşkusuz en çok konuşulan ve hakkında en fazla yorum yapılan sinema filmi “Kuru Otlar Üstüne” oldu. Nuri Bilge Ceylan’ın 2023 yapımı filminin internetteki fragmanları ve hakkındaki yazılarda anlatılan konusu, tam kırk yıl önce “mecburi hizmet” kapsamında gittiğim kasaba ile o zamanları çağrıştırmıştı bana hemen. İzlemeye başladığımda da, yapıtın daha ilk sahnelerinde bu hissim pekişmişti. Kuru Otlar Üstüne'yi seyrederken, bazı mecburi hizmet anları üç saat boyunca hep aklımın bir bölümündeydi...
Filme dair çok sayıda yazı ve görüş, yukarıda değindiğim üzere, medya ortamlarında mevcut. Net, etkileyici, pitoresk doğa görüntüleri ve beraberinde farklı insan manzaraları… Daha önceden bilmediğim ve filmin bazı sahnelerinde dinlediğimiz piyano ezgisi ile son sahnede uzunca kullanılan müzik de beni çok etkiledi: İlki Giuseppe Verdi’nin (1813-1901) La Traviata operasından “Addio del Passato” aryasının piyano uyarlaması (Christos Lekkas), diğeri genç bir bestecinin (Philip Timofeyev) barok tarzda bestelediği Fagot Konçertosu’nun adagio bölümü.
Bir sinema seyircisi olarak filme yönelik kimi eleştirilerimin benzerlerine başka bazı yazarların yazılarında da rastladığım için yinelemeyeceğim. Sadece okuyabildiğim yorum ve eleştiriler içinde hiç değinilmeyen bir ayrıntıyı belirtmek isterim: Filmde galiz küfürlerin kullanıldığı çok sayıda diyalog mevcut. Buna gerek var mıydı, bilemiyorum? Yaşamın ve dünyanın hoyrat, kötü ve çirkin yönlerinden sığındığımız “sanat” yapıtlarının dokusu ile küfür gibi bayağılık ve cinsel saldırganlık içeren bir iletişim dilinin hiç uyuşmadığını düşünürüm. Oyunculuğu, doğa sahneleri, iç mekân ayrıntıları, özgün sinema teknikleri ve müziğiyle sanatsallığı ve estetizmi öncellediği/amaçladığı görülen bu sinema yapıtı, maalesef yüksek dozda küfürle biraz zedelenmiş gibi kanımca.
Filmi referans aldığımda, kırk yılda “mecburi hizmet” olgusunun en azından fiziksel koşullarının oldukça değiştiği, iyileştiği fark edilebiliyor birçok sahneden. Örneğin tek başına cep telefonu (+internet) bile, mahrumiyet esaslı geçici günlerin, yani bir tür “gurbetliğin” hüznünü belli bir ölçüde alabilen bir öge gibi geldi bana, kendi uzak geçmiş deneyimimle kıyasladığımda.
Mezuniyetimize birkaç yıl kala çıkarılan bir kanun gereği mecburi (zorunlu) hizmete gidecek ikinci ya da üçüncü dönem olmuştuk. Aslında çok da kaygılanmamıştık galiba. Stajda Ankara civarında bir aylığına gittiğimiz ve o zamanlar “Sağlık Ocağı” denilen birimlerin birer benzeriyle karşılaşacaktık olasılıkla… Ancak gidilen ve biz yeni mezun hekimlerin ağırlıklı olarak görevlendirildiği sağlık ocaklarının bulundukları yerler/bölgeler arasında, özellikle Ankara, İstanbul ve İzmir’e fiziksel uzaklıkları ile imkân farklılıklarının ötesinde, düşünsel ve yaşam biçimi anlamında da çok büyük farklar vardı. Bir Ege sahil kasabasına “mavi yolculuk”tan, “Hakkâri’de Bir Mevsim” romanına…
1984 sonbaharında, Ankara’ya çok uzak ve adını hiç duymadığım bir ilçeyi kurada çekmiş ve yerini eve gelince açtığım bir kara yolu haritasından öğrenebilmiştim. Görevimi yaparken süreceğim yaşam ise eskisinden, tahminimden, beklentilerimden ve düşlerimden çok farklı olacaktı… Filmdeki atmosfere kimi yönleriyle çok benzer, ancak özellikle fiziksel koşulların ve olanakların kıyaslanamayacak derecede olumsuz ve yetersiz olduğu zamanlar… Şimdi o günlere buradan baktığımda, onca deneyimsizliğe ve yapayalnızlığa karşın, yığınla zorluğun üstesinden gelebilmiş olmayı iki temel etmene bağlıyorum; gençliğe ve gençliğin renkli/naif umutlarına. Bir de, o devinim içinde oluşan yeni tanışıklıklara ve sonrasında yıllar boyu sürecek dostluklara…
Kırk yıl neredeyse algılanamaz bir hızda geçti… Fakülteden mezun olduğumda kırk, kırk beş yıl öncesi, yani II. Dünya Savaşı yılları bana ne kadar uzak bir geçmiş, hatta hiç olmamış/yaşanmamış zamanlar gibi gelirdi. Savaş yıllarına dair kimi hatıraları dinlediğimde, o günleri anlatan bir anı kitabı okuduğumda ya da bir sinema filmi izlediğimde örneğin, bu duyguyu hep hissederdim; çok uzaklarda kalmışlardı… Sonraki kuşakların bilgi ve imgeleminde şiir, roman veya sinema filmleriyle özdeşleşmiş ya da sadece onlara indirgenmiş olaylar, olgular ve hayatlar…
1980’lerde ansızın başlayan ve yeni mezun doktorların, ilk görev yeri olarak, yaşamın büyük, sert ve çok yönlü farklılıklar barındırdığı kasaba ve köylere gönderildiği o süreçten günümüze her şey çok hızlı değişti; dünya, yaşam, insanlar ve tıp… Ama o zamanlardan geriye birçok küçük bireysel öykü de kaldı. Hem mesleki hem de hayat deneyimi hiç olmayan genç insanların unutulan ya da anlatılmayan veya anlatılsa da uzak ve sanal birer yaşanmışlık gibi dinlenen/dinlenecek öyküleri…
SAMİ EREN
9 Mart 2024, Ankara
Kaynaklar:
1. Fotoğraf. Film afişi (https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuru_Otlar %C3%9Cst%C3%BCne Erişim Tarihi: 06.03.2024)
2. Tablo. Anatolia, Yol Serisi (2021) - Tolga Boztoprak. 2000 Sonrası Türk Resminde Peyzaj. Yüksek Lisans Tezi. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Anasanat Dalı, Edirne-2022 (https://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/trakya/8030/0187904.pdf?sequence=1 Erişim Tarihi: 06.03.2024)
3. Tablo. Hekim (1940) - Grant Wood (https://www.wikiart.org/en/grant-wood/family-doctor-1940 Erişim Tarihi: 06.03.2024)