T A R İ H Ç E S İ
İlk adıyla Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin(Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu – ÇEK) kuruluş yeri, tarihi ve biçimi üzerinde belirsizlikler vardır. Gerçekten Osmanlı döneminde 1908’de Kırklareli’nde kurulup 1917’de İstanbul’da şekillenen Himaye-i Etfal Cemiyeti, kurumun başlangıcı olarak kabul edildiği gibi, birçok kaynakta kuruluş tarihi olarak Ankara’daki ÇEK’in kuruluşu olan 1921 yılı yazılmaktadır.
İlk 25 yılında devlet kurumlarıyla yoğun ilişkiler içinde olan ÇEK, halkın bağışlarının yanı sıra devletçe de desteklenmiştir. 1950’deki iktidar değişikliğinden sonra gözden düşürülen kurumun ilk 25’i hayli parlak olan toplam 60 yıllık yaşamına “12 Eylül Düzeni”nce son verilmiştir. 1983’de yeniden yapılanan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'nun (SHÇEK) ise ismi dışında ilkiyle bir benzerliği olmamıştır.
Başlangıcında sadece korumaya muhtaç çocuklarla ilgili bir kuruluş gibi yorumlanan ÇEK, ileri yıllarında çocuk sorununu bir bütün olarak sahiplenip, işin psiko-sosyal ve sağlık boyutlarını da kapsamına alarak hizmet çeşitliliğini artırmıştır. 1933’de şube sayısını 542’ye ulaştıran ÇEK’in, 1935’de adının Himaye-i Etfal’den Çocuk Esirgeme Kurumu’na çevrilmesiyle birlikte değiştirilen tüzüğündeki “Kurumun amacı, çocukların hayat ve hukukunu korumaktır” hükmü bu çabaların açık göstergesidir. Süt Damlası Merkezleri ve Evleri, Talebe Sofraları, Aşevleri, Banyolar, Çocuk Bahçeleri, Çocuk Yuvaları, Muayenehaneler, Şefkat Yurtları, Yetimevleri, Gündüz Bakımevleri(Kreşler), Çocuk Kütüphaneleri, Çocuk Bakıcı Okulu, Doğumevi ve çeşitli yayınları, kurumun 60 yıllık kısa yaşamına sığdırdığı sayısız etkinliğin başlıcalarıdır.
23 Nisan 1954’de İltekin İlkokulu son sınıf öğrencisiyim. Sevgili öğretmenimiz Macide Karaoğlu, Önder Pekcan ile beni ÇEK rozeti takmak ve bağış toplamakla görevlendiriyor. Önder boynuna, içinde uçlarına iğne tutturulmuş ÇEK rozetleri bulunan, yayvan bir sepeti geçiriyor. Ben de kocaman bir metal kumbarayı boynuma asıyorum. Gün boyunca kâh troleybüs(boynuzlu) ile, kâh yaya olarak dolaşıp insanların yakalarına ÇEK rozeti takıyor, ÇEK kumbarasına bağış topluyoruz. Bu çabamız ertesi günü, Önder’inki turuncu, benimki ise gri olan iki “kurşun dolmakalem” ile ödüllendiriliyor.
O yıllarda kurumun orta giriş kapısının iki yanında, boyumdan hayli büyük iki tane kırmızı “tartı” var. Binanın önünden her geçişimde, deliğinden yanılmıyorsam 5 kuruş atarak tartılmak büyük keyif.
ÇOCUK ESİRGEME KURUMU (ÇEK) BİNALARI
Anafartalar Caddesi’ndeki bir zamanların Çocuk Esirgeme Kurumu(ÇEK) yan yana iki yapıdan oluşur. Zamanın bir krokisinde bina Çocuk Sarayı olarak, önünden geçen cadde ise Çocuk Sarayı olarak işaretlenmiştir. İdare Binası olarak adlandırılan yapı 1926’da Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından dikdörtgen planlı üç blok halinde ve üç katlı olarak yapılmıştır. Bina, kuzeybatı bloğunun 1964’de yıkılarak yerine bir işhanı dikilmesiyle özgünlüğünü ve simetrisini yitirmiştir.
Yine 1926 tarihli olan Kira Apartmanı ise II. Vakıf Apartmanı'na (Küçük Tiyatro binası) benzeyen tipik bir Mimar Kemalettin yapısıdır ve Ankara’ya atanan memurlar için düşünülen çok katlı yapılaşma modellerindendir. Ankara’nın ilk kalöriferli binalarından olan yapı terasla birlikte 5 (kottan 6) katlıdır. Eski tip, kafes biçimli, açıktan tırmanan asansörü halen işler durumdadır. O zamanlar binanın arka bahçesinde ahşap salıncaklı çocuk bahçesi, süt dağıtılan süthane, çocukların yüzme öğrendikleri iki havuz bulunmakta, Çatalca Sokağı’ndaki merdivenlerden Sus Sineması bitişiğindeki kreşe geçilmektedir. Kreşin hemen altında Sus Sineması’nın film afişlerini hazırlayan “Esfeyzi” vardır. Binaların üçü de halen Ankara Valiliği Aile ve Sosyal Planlama İl Müdürlüğü’nün kullanımındadır.
Atatürk Lisesi’nden halen görüştüğümüz sınıf arkadaşım Semih’in babası Hamdi bey ile ağabeyleri Hakkı ve Hasip Şardan, 1931’den başlayıp çok artırılan kiraları karşılayamaz hale geldikleri 2009’a kadar, tam 78 yıl boyunca 68 kapı numaralı bu apartmanın altındaki dört dükkandan “Kadıköy Şekercisi”ni işletmişler. Onların yerinde şimdi İsmet Optik bulunuyor. Çifter Konfeksiyon Malatya Pazarı’na, Hilal Kırtasiye Sarar Deposu’na dönüşmüş. Foto Rıdvan, adını olsun koruyor. Semih, o zamanlar “piramit, prenses, balkanik, poğaça, badem ezmesi, akide, lokum”larının ünlü olduğunu, az yukarıdaki Akalın Pastanesi’nin “Fok Dondurması”na rakip olarak “Mors Dondurması”nı imal ettiklerini söylüyor. Eskiden apartmanın içerlek kalan giriş kısmında Avukat Mahmut Güçbilmez ve Kemal Yeşiladalı’nın büroları ile Aram Düzel ve Pascal Usta’nın terzihanelerinin olduğunu hatırlıyor. İş Bankası’nın idare ettiği 4 sinemadan “Sus” hemen yanlarında. Film aralarında çırak çocuklar, dönemin Türk filmlerinin gösterildiği Sus ile Ulus’daki Park Sineması arasında koşturarak, filmin ikinci devresinin bobinlerini yetiştiriyorlar.
Yine Vakıflar’a ait Mermerli Apartmanı’nın bodrumundaki Sus Sineması’nın hemen yanından kreşe geçiliyor. Semih’in kayınvalidesi Mürüvvet Tanay, bir dönem bu kreşin müdürlüğünü yapmış. Ondan kalan 10.1.1943 ve 10.6.1944 günlü fotoğraflarda ÇEK Başkanı Fuat Umay, Cumhurbaşkanı’nın eşi Mevhibe İnönü, vali Nevzat Tandoğan’ın eşi ve kendisi yer alıyorlar. Keza cep defterine 12.6.1944 günü Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın eşinin, 19.6.1944 günü ise Mevhibe hanımın kreşi ziyaretlerini not düşmüş. Bir alttaki Yeğen Sokağı’nda o zamanların İstikamet Ekmek Fabrikası’nın bitişiğinde, genellikle “26 kısım tekmili birden Türkçe sözlü yabancı serial”lerin gösterildiği “bitli” olarak adlandırılan Sümer Sineması( bugün yarı enkaz halinde) var.
Semih, apartmanın kiracılarının neredeyse tümünün doktorlar olduğunu söylüyor. Galip Özdolay (dahiliye) ve eşi Münevver Özdolay (kadın-doğum), Nusret Karasu (göğüs-Veremle Savaş Derneği kurucularından), İrfan Titiz (dahiliye), Münevver İnal (çocuk), Şemsi Özdilek (üroloji – Nümune Hastanesi Baştabibi), Rıza Doğan (röntgen) ve Haydar Dinçer (GATA Başkanı) anımsadığı doktorlar.
ANKARA CİNAYETİ
İşte bu ÇEK Kira Apartmanı’nın 3’ncü katının 5 no.lu dairesindeki muayenehanesinde, 6 Ekim 1945 günü doktor Neşet Naci Arzan öldürülür. Olay sırasında doktor, Yargıtay Ticaret Dairesi Üyesi B. Faiz Yörükoğlu ile odasında oturmakta, Maliye Bakanlığı Özel Kalem Mümeyyizi Celadet Conk salonda sırasını beklemekte, hizmetçi Sultan ise gelen-gidenle ilgilenmektedir. Cinayeti, iki gün sonrasında Reşit Mercan üstlenir. Aynı günlerde Genel Kurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay’ın adı da cinayete karışır ( Haşmet Orbay ile Reşit Mercan’ın Robert Kolej yıllarından sınıf arkadaşı olan İhsan Tombuş’un 2003’de yazdığı “Ankara Cinayeti” adlı kitabında, cinayet son derece ayrıntılı anlatılıp analiz edilmiştir).
Önce Ankara’da görülen davada Haşmet Orbay 1 yıl, Reşit Mercan ise 20 yıl hapis cezaları alırlar. Daha sonra Bolu’ya kaydırılıp yenilenen yargılama 12 Temmuz 1948’deki son duruşmada, bu kez Haşmet Orbay’ın 18 yıl, Reşit Mercan’ın 9 yıl hapis cezaları almalarıyla sonuçlanır. 14 Mayıs 1950’de iktidarı devralan Demokrat Parti’nin, bir başka yaşgünüm olan 14 Temmuz 1950’de çıkardığı Af Yasası ile, cezasının 1/3’ünü tamamlayan Reşit Mercan serbest kalır, Haşmet Orbay’ın ise süreyi tamamlaması için 1,5 yıl daha hapis yatması gerekir. Reşit Mercan 1962’de, kendisiyle görüşen İhsan Tombuş’a bu cinayeti Haşmet Orbay’ın işlediğini, ancak nedenini halen bilmediğini açıklar. Reşit Mercan 1983’de, Haşmet Orbay 2000’de , işleniş ve yargılama yıllarında kamuoyunu çok meşgul eden, ancak kapalı kapılar ardında bırakılarak nedeni tam olarak çözümlenemeyen bir cinayeti bırakarak ölürler.
Mahkemenin devamı sırasında olaya adı karışanlardan, geçtiğimiz yıl adının verildiği meydanın adı “Anadolu”ya dönüştürülen Ankara Valisi Nevzat Tandoğan 9 Temmuz 1946’da intihar eder (ya da öldürülür). Duruşmanın Ankara’dan Bolu’ya naklini sağlayan ve sıradaki ilk duruşmada cinayeti işleyeni açıklayacağı sanılan Yargıtay Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan, 18 Haziran 1946’da Tarım Bakanı’nın verdiği yemekten dönerken fenalaşarak hastaneye kaldırılır ve ölür (ya da zehirlenir). Bu iki ölümün nedeni de ortaya çıkarılamaz. Aynı zamanda Rus Büyükelçiliği’nin de doktoru olan Neşet Nazi Arzan ile Haşmet Orbay arasında, Genel Kurmay Başkanı olan babası Kazım Orbay’dan sağladığı bilgiler nedeniyle “casusluk” ilişkilerinin olabileceği, dolayısıyla cinayetin maddi anlaşmazlığa dayandırılabileceği gibi kuşku ve söylentilerle hayli çetrefilleştirilen “cinayet-ölüm”ler dizisi kanımızca, sonraki yıllarda çokça rastlayacağımız “derin devlet faili meçhulleri”ndendir.
ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DERGİSİ, Mart 2016, Sayı:337