Her toplumun kendi zaman mevhumu vardır. Zaman, varsayımsal bir olgu olmasına karşın, sanılanın aksine, soyut bir kavram değildir. Zamanı, evrensel, mutlak ve değişmez olarak tasavvur etmek ilahi kozmolojinin temel düşünsel aracıdır. Böyle bir zaman tasavvuru kuşkusuz inancın gereksinimi olan zihinsel çapalamanın vazgeçilmez çerçevesidir; bireyin inanç alanıdır. Bununla birlikte, toplumsalın inşası ve yapılanması, zaman mevhumunun ekonomik biçimlenmesiyle ortaya çıkar. Diğer bir deyişle zaman, dâhil olunan üretim biçiminin gereklerine göre örgütlenir. Tarım-öncesi dünyada daha ziyade belirsiz, süreksiz, hatta tekinsiz bir zaman mevhumu hâkimdi. Avın peşinden koşmak ya da doğanın tesadüflerine bağlı olarak meyve toplamak, dağınık, düzensiz ve sistemsiz bir zaman algılamasını getirmiştir. Dünyanın daha düzenli bir yer hâline gelmesi, tarım toplumunun doğuşuyla mümkün olmuştur. Tarım, tedrici olarak, insan topluluklarının yerleşik hayata geçmesini zorunlu kılmış, eğreti yerleşimlerin kalıcı kent yapılarına dönüşmesini sağlamıştır. Kentler aynı zamanda, tarımsal üretimin gereksinim fazlası düzeyine ulaştığı aşamada ortaya çıkmıştır. M. Ö. Dördüncü bin yıl içinde Güney Mezopotamya’da üretim fazlasının elde edilmesiyle birlikte, sınıflı toplum, köleci düzen, mutlak-dinsel/siyasi iktidar ve kent hayatı somutlaşmıştır. Aynı zamanda üretim fazlasını tasnif etme, kayıt altına alma ve ticarete konu etme gereklerinden yazı icat edilmiştir. Bütün bu gelişmeler, zamanın, temel üretim biçimi olan tarımın gereksindiği ritimselliği yansıtır hâle gelmiştir. Bu ritimsellik, döngüsel bir zaman deneyimini getirir; zira toprağı işlemek doğanın döngülerine tâbi bir üretim düzeni içinde olmak anlamına gelir. Mevsimlerin, güneşin, yıldızların, ayın hareketlerine tâbi olmak, bir yandan topraktan en yüksek verimi almaya yönelik bilgileri damıtmış, diğer yandan kendini doğanın beklenmedik durumlarını (kuraklık başta olmak üzere) öngörmeye yönelik etkinlikleri sistemleştirmiştir. Böyle bir dünyada zamanın ekonomik düzenlenmesi toprağın verimini kontrol etmek olarak tezahür ederken, estetik anlamda temsili, insanın en belirgin özelliklerinden olan kendini simgesel olarak ifade etme arzusuna bağlı olarak sanat aracılığıyla gerçekleşmiştir. Zamanı en somut olarak örgütleyen sanat dalı ise kuşkusuz müziktir. Müziğin kültürleri kesip giden, mekâna sızan, insanları birleştiren karakteri elbette zamanı örgütlemeye en uygun simgesel ifade aracı olmasıyla doğrudan ilgilidir.
Müzik, insanın kendi varlığına atfettiği anlamı, o varoluşun evrendeki zamansal konumlanışını kodlayarak oluşturması sonucu elde edilir. Doğanın sonsuz ses konumları arasında bazılarını seçip sistemleştirmek, elde edilen ses düzeniyle simgesel ifadeler kurmak, hem bireysel hem kolektif var oluşun temsil edilmesi anlamına gelir. Bu nedenle müzik, doğuşundan her düzeyde deneyimlenmesine kadar toplumsaldır. Tersinden ifade edersek, toplumsal olanın ruhunu müziği çözümleyerek anlayabiliriz. İnsanlığın kat ettiği her üretim biçimi aşaması, beraberinde yeni bir ses politikasını da getirmiştir. Tarım düzeninde döngüsel olan zaman mevhumu, ticaretin hâkim üretim biçimi hâline geldiği bağlamlarda, yerini doğrusal bir akışa bırakmıştır; zira ticaret aynı eylemlerin yinelenmesine değil, tam tersine, sürekli olarak yenilikçi fikirlerin birikmesini gerektirir. Sürekli yeni olana doğru bir gidişi söz konusudur. Böylece ticaret-egemen bir toplum düzeninde, zaman artık doğrusal ve sürekli ilerleme düsturuyla biçimlenen bir hâl alır. O yüzden, en erken tarım toplumu dönemlerinden feodal Avrupa’ya kadar olan geniş zaman (ve mekân) aralığında, çok farklı kültürel çeşitlemeleri olsa da, özünde benzer kalıpları içeren tarım düzeni yinelemeleri döngüsel yapılardan oluşmaktaydılar. Karineyle yeniden sese dönüştürülmeye çalışılan en eski Hurri’ce ilahiden, feodal Avrupa’nın estetik billurlaşması olarak düşünebileceğimiz Gregoryen Şarkılar’a kadar, döngüsel bir yapı, büyük zıplamalar içermeyen mütevazı aralıklar, temkinli ve ağırbaşlı bir söyleyiş, hep geleneğin ekseninde kurulan bir toplum hayatının işaretleridir. Oysa ticaretin ağırlık kazanmaya başladığı toplumsal ortamlarda, çok sesliliğin çeşitli biçimleri, ilerleyici (duraklamadan, beklemeden ve sürekli yenilik yaparak) bir zaman düzenlemesini, dolayısıyla müzik anlayışını doğurmuştur. Böylece müziği yalnızca atalardan görüldüğü gibi (belki çok küçük değişiklikler, mütasyonlar yaparak) yeniden üretmek değil, onu inşa etmek, bileşenlerini ustalıkla (insan aklının başarısıyla) bir araya getirmek, kom-poze etmek, onu bir kompozisyon olarak tasavvur etmek önem kazanmıştır. Üstelik her müzik inşası etkinliğinin bir rasyonel kurgu olması, aynı zamanda yenilik getirmesi, icatlar içermesi beklenir olmuştur. Bu ise özellikle on dokuzuncu yüzyılda belirginleşecek olan yaratıcı sanatçı mitosu olgusunu mümkün kılmıştır. Oysa daha önceki çağlarda, ilahi irade ve geleneğin gölgesinde yaşayan insan için müzik yapmak, mevcut kalıplara sadık kalmak anlamına geliyordu. Bireyselliğin önem arz etmediği bu toplumlarda, sanatçı da adı bilinmeyen (anonim) bir gölgeden ibaretti. Bu nedenle modern-öncesi çağlarda sanat ve zanaat aynı anlama gelmiştir. Ticaretten sanayiye doğru evrim geçiren kapitalizm, müziği hem iddialı bir yaratıcılık sahası olarak tanımlamış hem ilerleme düsturunun simgelenmesinde başrolü oynayan estetik biçim hâline getirmiştir. Yapıldığı malzemenin temeli ve var oluş nedeninin kendisi zaman olduğu için, müzik daima estetik ve ideolojik işlevlerle yüklenmiş olarak, toplum hayatının içine sızan bir çeşit eter gibidir.
Sanayi kapitalizmi ilerlemeyi, yeniliği, icadı ve keşfi erdem olarak benimsemiş, estetik temsillerini bu ilkelerin geçerliliği üzerine kurmuştur. Ancak onun da mi’adı dolmaya başladığı aşamada, bu ilkeler sorgulanmaya başlamıştır. Nitekim sanayi üretiminin hâkimiyetinin yerini finans hareketlerinin belirsiz akışkanlığı almaya başlayınca, kesinlik, tutarlılık, bütünlük, süreklilik ve elbette ilerleme ilkeleri sorgulanmaya başladı. Aynı zamanda, özellikle sanayi-sonrası toplum aşamasına geçilen 1960’lardan sonra, hizmet sektörünün yaygınlaşmasına, somut nesneler üreten emek türünün ise önemsizleşmesine tanık olduk. Hele 1980’lerin getirdiği, kamuyu yok eden bireyci yeni iktisat içinde eğreti çalışma düzenleri git gide daha fazla oranda (bir zamanlar işçi olan) insanı emeğinden uzaklaştırdı. Emek, saygın bir toplumsal değer olmaktan çıktı. Üretim, bireylerin ve toplumların temel kimlik atfı olma niteliğini terk edince, onun yerine anlık haz vaatlerinden ibaret olan tüketim taçlandırıldı. Yaşamakta olduğumuz COVID-19 Pandemisi, tüketimi kutsayan, doğayı metâya dönüştürülebilir kaynaklar alanı olarak tasavvur eden ekonomik düzen ve onun ideolojik bağlamından türemiştir. Emeğin değersizleşmesi elbette sanatın üretimini ve anlamını da doğrudan etkilemiştir. Müzik, dönüşümlerin baş rolünü oynadığı kadar, onların en büyük mağduru da olmuştur.
Finans kapitalizminin egemenliği, tüketimin krallığı, emeğin itibarsızlaşması gibi olgular, müzik üretimini doğrudan etkilemiştir. Artık kompoze etmek (birlikte yerleştirmek) eyleminin anlamı da değişmiştir. Sanayi-sonrası ya da daha güncel bir adlandırmayla enformasyon toplumu, ismiyle müsemmâ, enformasyon işleyerek var olan, kazanan ve bağ kuran bir kolektif oluştur. Üstelik bu bağ kurma eylemini çoğul bir iletişim ağı içinde, küresel ölçekte yapar. Elektronik teknolojisi, sayısız yararı olan, insanların kamusallığı yeniden inşa ederek yeni bir demokrasiyi arama çabalarına rehber olması açısından kuşkusuz son derece olumlu katkılar yapan araçları emirimize sunmaktadır. Ancak aynı zamanda, bir zamanlar emeğin alanında olan işlevleri (daha etkili ve daha ucuza) üstlenebildiği için, hayatın çeşitli alanları bu süreçten etkilenmektedir. Hayatın daha maddi boyutlarına dair konularda, böyle bir teknolojik müdahalenin, insanı çoğu zaman özgürleştirdiğini görebiliyoruz. Ancak, söz konusu olan duygular, öznellik, yaratıcılık, bireysel ifade olunca, teknolojinin hayata ve özellikle sanata nüfuz etmesi, emeğin genel değersizleşmesiyle yakın ilişkide olarak, sanat eseri kavramını yok etmektedir. Bu aslında bir yanıyla demokratikleştirici bir harekettir. Kimlerin sanat yapabileceğini bir çeşit icazet sistemine bağlayan bir düzen (lonca, birlik, akademi) kuşkusuz sanatsal üretimi daraltan, estetik bağlamı otoriterleştiren bir özellik arz eder. Zaten bütün yirminci yüzyıl öncü sanatçıları bizatihi bu sanat eseri (kalıcı, evrensel, mutlak) mevhumunun metafiziğini sistemli bir şekilde yok etmeye çalışmıştır. Bununla birlikte, günümüzde elektronik teknolojisinin varmış olduğu aşama, müzik üretimine içkin emek sürecini önemli ölçüde dışlar hâle gelmiştir. Müzik, çeşitli elektronik araçların (yazılım, donanım), sundukları önceden tasarlanmış kalıpların, kullanıcının zevkine (biraz da tesadüflere) bağlı olarak bir araya getirmesi eylemine dönüşmektedir. İlginç bir şekilde yeni bir kompozisyon mantığından bahsedebiliriz; ancak burada çok önemli bir fark vardır: Kompoze edilen doku, daha önceden işlenmiş, hazırlanmış ses ve ritim örüntülerinin geniş paletinden seçilen parçaların üst üste konmasına indirgenmiştir. Çeşitli müzik yapma programlarında kullanıcının yararlanmasına sunulan müzikal kalıplar (örneğin belli çalgı ya da çalgı gruplarını sesleri), müzik profesyoneli olmayan kişinin bu teknolojik labirentte yapacağı tesadüfi gezintinin sonucunda belirlenen bir dizi içinde bir araya gelmekte. Elbette bu teknoloji yalnızca müzik amatörlerine ayrılmış değildir; profesyonel düzeyde de müzik üretimi bu teknolojik araçları yaygın bir şekilde seferber edilmektedir. Bu saptamalar, elbette büyük ölçüde popüler müzik türleri için geçerlidir. Ancak üretilen ve toplumsal alanda yaygın etkili olan türlerin de popüler kulvarda olduğu göz önüne alınırsa, bu teknolojinin ağırlığı daha iyi anlaşılabilir.
Hazır kalıplar (ready-made forms), önceden kaydedilmiş, elektronik ifadeye dönüştürülmüş müzik bileşenlerinden oluşur. Bunların arasında çalgı tınıları olduğu gibi, ritim örüntüleri ve armonik dokular da vardır. Bu teknolojinin en belirgin sonucu, müziği bir dizi yineleme kalıplarına indirgemesidir. Özellikle ritim örüntülerini bileştirerek oluşturulan altyapı dokusu, müzik üretiminin temelini döşer. Ancak bunun üzerine katmanlar hâlinde yerleştirilen ses ve armoni ögeleri de aynı şekilde yineleyici kalıplardır. Böylece bileştirilen bu kalıplar bütünü, bir akış içine yerleştirildiği zaman, topyekûn bir yineleme yapısına dönüşür. İlerleme düsturunun toplumsal kerteriz olmaktan çıkmasının sonucunda oluşan yönsüzleşmiş ve tüketimin salt şimdiki zamanı cinsinden var olan zaman mevhumuyla son derece uyumlu bir müzik estetiği…
Diğer yandan, hazır kalıplarla müzik yapmak, bağlı olduğu kapitalist mantığın cinsinden var olur: İnsanı tüketici haline getirir; sonsuz ürün çeşitliliği sunuyormuş izlenimi verir; ancak özünde otoriter bir dayatmalar bütününü özgür sanat ifadesi olarak sunar. Böylece piyasanın gizli otoriterliğini yine gizlice (ve sanki öyle değilmiş gibi) yeniden üreten bir düzeneğin ideolojik bağlamını meşrulaştırır. Hepsinden önemlisi, hazır kalıplarla yapılan müzik, insanın yaratıcı enerjisini soğuran, onu, aklının öznesi olmak yerine, Gabriel Tarde’ın deyişiyle, ‘uyurgezer’e dönüştüren, böylece küresel kapitalizmin kolayca yönlendirebileceği, tüketim vaat eden bir eylem birimine indirger. Amatör düzeyde, kişilerin bu tür teknolojik oyuncaklarla eğlenmelerinin görünüşte bir sakıncası yoktur. Ancak hazır kalıplarla düşünmek, eylem mantığını dönüştürmek açısından zannedilenden daha derin bir etkiye sahiptir; teknolojik bir eğlence, özünde ideolojik bir kuşatmadır.
Diğer yandan, profesyonel müzik üretiminin de yaygın olarak bu hazır elektronik kalıpları kullandığını biliyoruz. Bir zamanlar enerji, akıl, yaratıcılık, bilgi ve emek sarf ederek bir araya getirilen (kom-poze edilen) ögelerden oluşan müzik üretimi, artık hazır kalıpların bileştirilmesi, loop’lar oluşturmanın büyüsüne kapılan bestecilerin özgün yaratım yanılsamalarına kapılması anlamına geliyor. Bu aşamada, kendini adayarak müzik bilgisini öğrenen kompozitörlerin ‘aşk emeği’ne veda ettiğimizi söylemeye elbette gerek yok!
Kuşkusuz yeryüzündeki müzik üretimini tamamı hazır kalıplarla yapılmıyor. Ancak kompozisyon kavramının bu dönüşümü, genel müzik beğenisini biçimlendirici kudrettedir. Böylece insan zekâsının ürünü küçük icatlar, renk ve üslûp farklılıklarının tetiklediği çoğulcu algılayış sinsice çalışan bir tesviye tezgâhında düzleşmektedir. Yine de teknolojinin aklı indirgeyici bu gelişmesi, bizi büsbütün umutsuzluğa sevk etmemelidir. Hazır kalıplarla müzik yapmanın yalnızca bir eğlence meselesi olmadığını, ardında tüm bir ekonomik mantığı ve ideolojiyi yüklendiğini idrak etmek önemli bir kazanımdır.
Hayatın loop’lardan ibaret bir eğlenceye indirgenmesi, zamanın kerterizlerinin yitimi anlamına da gelir. Salt şimdiki zamanda yaşamak ise, varlığımızı tüketim cenderesine hapsetmekten başka bir şey değildir.
ALİ ERGUR
1 Eylül 2020, İstanbul