Tarihin hiçbir döneminde toplumsal değişme, günümüzde olduğu kadar hızlı değildi. Teknoloji, ayrıştırabileceğimiz bir tür olarak insanın var olmasından beri mevcuttu; ancak hiçbir çağda bu denli hayatın merkezinde, bizatihi toplumsalın kurucusu olma iddiasında olmadı. İnsanlığın tarım düzenine geçmek için binyılları vardı; ticaretin egemen olması birkaç yüzyıl içinde gerçekleşti. Sanayiye geçiş kabaca bir yüzyıl içinde olup bitti. Enformasyon ekseninde dönen bir dünya ise birkaç on yıl içinde kuruluverdi. Baş döndürücü hızlarda akan enformasyon yığınları, türlü biçimler altında yeryüzünü bütünleşik bir iletişim küresine dönüştürüyorlar. Üstelik enformasyon miktarı an be an devasa boyutlara ulaşırken hızı da logaritmik bir seyirde artıyor. Bütün bu hızlı dönüşüm, insanlığın maddi kültür ögelerini sürekli değiştirip toplum hayatının örgütlenmesini farklılaştırmakta, değerler, normlar, kültüre dair çeşitli ögeler ayı hızda değişmemektedirler.
Günümüzün tekno-bilimsel dünyasının en temel sorunlarından birisi, kültürün maddi boyutuyla maddi-olmayan boyutu arasında oluşan açıklığın yarattığı toplumsal çelişkilerdir. Bu derin yarık, kuşkusuz çağdaş insanın ruh haline genel tonunu veren bir gerilim hattı olarak sürekli bir şekilde varlığını hissettirmektedir. Bunca madde tüketimi, bunca amacından sapmış teknik nesne arzulama takıntısı, bunca uçucu ilişki yığını yükü, bizleri teknoloji ve onun biçimlendirdiği maddi kültür ile onunla aynı hızda değişmeyerek aklımızı bölen manevi kültür arasında bırakıyor.
Bu büyük dönüşüm, aynı zamanda denetim ve özgürleşme arasındaki bir diyalektiği de içeriyor: Bireyi gözetimin cenderesine sokan, onu kaçılmaz bir her-yerde-mevcut gözün denetimine tâbi kılan teknoloji, aynı süreçte onu özgürleştiren araçları da devreye sokmaktadır. Gönüllü bir şekilde ve eğlenerek ürettiğimiz (zira teknik nesnenin kullanımı artık neredeyse münhasıran eğlencedir!) her veri, eylemlerimizin elektronik izlerini küresel bir gözetim aygıtının devasa enformasyon havuzuna dâhil etmekte, ancak diğer yandan daha önce insanlığın tanımadığı ölçüde bir özgürleşme olanağı yine aynı teknoloji sayesinde mümkün olabilmektedir. Bu da kamusal alan kavramımızı kökten dönüştürmekte, toplumsal dışlanma yaşayan bütün kesimler ve bireyler, teknoloji sayesinde hiç olmadıkları kadar özgürleşebilmektedirler. Bedensel engelliler, fiziki görüntüsünden hoşnut olmayanlar, ırkçılığa ve ayrımcılığa mâruz kalanlar, sözü engellenmişler ve en önemlisi kadınlar, teknolojinin sağladığı olanaklarla yeni bir kimlik politikasının etkin aktörleri haline gelmektedirler. Böylece tarihte ilk kez kölelerin söyleyecek sözleri olmuştur. Kadınların tarihteki mânidar ve sistemli suskunlukları, teknoloji sayesinde kalıcı bir söze dönüşmektedir. Oysa bu devrimci nitelikteki dönüşüm, tarihin ancak çok küçük bir bölümünü içermektedir. Kadınlar, tarihin yok-öznesi olarak çok uzun süre sessiz ve namevcut kaldılar.
Sanat tarihinde kadın adlarına nadiren rastlayışımızın başlıca nedeni, insan (homo) türünün kendi varlığı üzerine düşünme etkinliğinin (cogito) en sorgulayıcı ve yenilikçi biçimlerinin sanat (ars) olarak tezahür etmesinde, söz (logos) kurmaya yetkili olarak kabul edilmenin binyıllar boyunca eril güçle özdeş olmasıdır. Özellikle mülkiyeti öne çıkaran işbölümü, insanlık adına sözün tekelinin, ancak erkek cinsinin ve onun diline ait olabileceği varsayımı üzerine kurulmuştu. Türün adıyla bu egemen cinsiyetin adının aynı olması (homo - homme - uomo - man - mensch, vb.) elbette tesadüf değildi. (Türkçe'nin cinsiyetsiz bir dil olduğu kadar, türün adıyla bir cinsiyetin adını özdeşleştirmemesi ayrı bir antropolojik araştırmayı hak eder.) Hatta özellikle tarım toplumunun kurumsallaşmasıyla ortaya çıkan cinsiyete bağlı ayrımcılık, biyolojik bir temel gerçekliği tam tersine çevirerek, kadını, erkeğin bir türevi olarak kavramsallaştırıyordu (kaburga kemiği). Oysa bütün ceninlerin başlangıçta dişi olduğunu biliyoruz. Ancak Y kromozomu olanlar bir başkalaşımdan geçerek 'erkek' adı verilen cinsiyete sahip olurlar. X kromozomu taşıyanlar ise böyle bir süreçten geçmeden oldukları gibi var olmaya devam ederler. Eril zihniyetin her zaman kuşkucu, endişeli, derin bir korkuyla mâlûl olması, bu nedenle sürekli erkek olup olmadığını teyit etmeye gereksinim duyması bu temel geçişten kaynaklanır ("ya tam olarak dönüşemezsem?"). İşte o yüzden, eril ideolojinin kurduğu dünya (bildiğimiz dünya) sürekli olarak erkekliğin gösterisinin sahneye konulduğu, ancak bununla birlikte yeterince ya da hâlâ erkek olunup olunmadığının bir türlü kesinlik arz edemediği, bu nedenle de toplumsal çevreyi sayısız iktidar simgeleriyle (phallus) donatan huzursuz ve saldırgan bir hükmetme mantığı üzerine inşa edilmiştir. Yüzyıllar boyunca bu asimetrik ve tersine çevrilmiş eril zihniyet yeryüzündeki kültür dairelerinde, uygarlık süreçlerinde en baskın, ancak en derinden akan, görünmez ideoloji olarak işlev görmüştür. Ancak enformasyon eksenli yeni toplum düzeni, getirdiği birçok sorun ve çelişkinin yanı sıra, sayısız ifade kanalını bireyin hizmetine sunarak, özgürleşmenin yollarını da döşemektedir. Sermayenin rahat hareketi için icat edilmiş enformasyon ağları, diyalektik bir şekilde, bastırılmışların sesi haline de gelmektedir. Kadınların uzun suskunluğu ve ikincilliği, bir anda yok olmasa da, önemli bir dönüşüm sürecine girmiştir.
Kadınların hayatın her alanında olduğu gibi, sanatta da adlarının silindiği uzun bir insanlık tarihi sonlarına yaklaşmış görünüyor. Zira, bir yandan küresel iletişim rejimi içinde birer anlam öznesine dönüşen, diğer yandan eğitim ve ekonomik bağımsızlığını elde ettikçe özgürleşen kadınlar, hızla eril ideolojinin kapladığı bütün alanı fethetmeye geliyorlar. Aynı zamanda tarihin sisli manzarası içinde silikleşmiş istisnai kadınların adları da bu bilinçle ortaya çıkarılıyor. Örneğin günümüzden 4400 yıl kadar önce yaşayan Akad prensesi Enheduanna'nın (M.Ö. 2285-2250) şiirlerini keşfederek, katı bir eril dünyaya başkaldıran bir öncü kadının sesini duyabiliyoruz. Bizans döneminden bilinen on kadın bestekârdan yalnızca Kasia'nın (810-865) hem adının hem eserlerinin bugüne dek yaşayabildiğini öğreniyoruz. Osmanlı / Türk Makam Müziği geleneğinde muhtemelen adı bilinmeyen başka kadın bestekârlar olduğunu düşünebiliriz. Adı ve eserleri bilinen ilk kadın bestekâr ise Reftar Kalfa (?-1700 civarı) gibi görünüyor. Onu izleyen Dilhayat Kalfa'nın (?-1737) makam geleneğinde önemli bir uğrak olduğu, yapılan titiz müzikolojik çalışmalar sayesinde özenle ortaya çıkarılıyor. 19. ve 20. yüzyıl içinde daha fazla sayıda, ama yine de nicelik olarak küçük bir azınlık halinde kalan kadınların varlığı bir sır olmaktan çıktı; artık küçümsenen bir sanat mirası olduklarını söylemek mümkün değil. Kadınların özneleşme bilinci, hemcinslerinin tarihsel öncülüklerini keşfetmemize neden oldu.
20. yüzyılda yetişmiş en özgün ve değerli kadın bestekârların başında gelen Neveser Kökdeş de (1904-1962) yine araştırmacı merakları ve bilinçli duruşlarıyla, onun adını yaşatmaya azmetmiş müzisyen kadınlar sayesinde hak ettiği konuma kavuştu. 2009 yılında Pan Yayıncılık tarafından yayınlanan Neveser Kökdeş CD'sini dinlerken, yenilmiş firavunların yazıtlardan kazınan adları gibi, kadın sanatkârların eril ideoloji tarafından nasıl önemsizleştirildiklerini düşünüyoruz. Oysa Neveser Kökdeş, yalnızca herhangi bir bestekâr değil, makam müziğine kayda değer yenilikler getiren özgün bir sanatçıdır. 1904 yılında Üsküdar'da doğan Neveser Kökdeş, müziksever ve müzik icra eder bir ailede büyümüş, Doğu-Batı ayrımından ziyade bileşimlere inanan, birinden birini tercih etmek zorunda olduğuna inanmayan bir kuşağın mensubudur.
Kardeşlerinden biri, ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi'dir (1889-1947). Notre Dame de Sion Fransız lisesinde öğrenim görmüş, zamanına göre üstün bir eğitim almıştır.
Lise eğitiminden hemen sonra on altı yaşındayken topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlenmiş, ancak kısa bir süre sonra eşi Çanakkale cephesinde şehit olmuştur. Ağabeyi Muhlis Sabahattin Ezgi'den müzik dersleri almış, birden fazla çalgıda (gitar, piyano, tanbur) konser icracısı olacak kadar mükemmelleşmiştir. Neveser Kökdeş'in en önemli özelliklerinden birisi, makam müziğinde yenilikçi bir arayış içinde olmasıdır. 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı bestekârlarında gözlemlenen bu modern tavrın, Neveser Kökdeş'de öncü kadınlara özgü cesaretle desteklenerek belirginleştiği görülür. Makam müziğinin geleneksel çizgisinin 20. yüzyılın değişen koşullarında sürdürülemeyeceğini görebilen Neveser Kökdeş, birikime sahip çıkarken yeni bir ifade oluşturulması gerektiğine samimiyetle inanmıştır. O nedenle bilinen 146 eserinin önemli bir kısmı vals (Semai usûlü) ve tango biçimlerinden oluşmaktadır. İstanbul Radyosu'nda piyano icracısı olarak çalışan Neveser Kökdeş, bestelerini uzun süre saklı tutmuştur. Ağabeyi Muhlis Sabahattin Ezgi'nin ölümünden sonra, bestelerini ortaya çıkarma cesaretini bulmuştur. Ancak bestelerinin icra edilmesi yine yıllar alacak, ilk eseri, ironik bir şekilde 1962 yılında öldüğü gün (8 Ağustos) radyoda yayınlanacaktır. Kadın bestekârların içinde en cesur, yenilikçi, donanımlı olanı bile, çok eski zamanlardan beri erkek tekelinde kalmış bir alanda varlık gösterme konusunda kolaylıkla girişken olamamıştır. Ancak sanatçı, eserleriyle yaşamaya devam eder. Neveser Kökdeş'in mirasını, onun bayrağı teslim ettiği yeni kuşak kadınlar yaşatmaktadırlar.
İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı kadın öğretim elemanlarından oluşan Âvâze müzik topluluğu, Neveser Kökdeş'i yaşatmaya devam eden emekleriyle büyük bir takdiri hak etmiştir. Zira bu tür 'kültür arkeolojisi' çalışmaları, yalnızca müzik yayıncılığı olarak kalmazlar, aynı zamanda ideolojik bir işlev üstlenirler. Egemen eril söylemin tebaası olmayı reddetme bilincine sahip kadınlar, bu çabalarına, önce kendilerine, bugünden çok daha olumsuz toplumsal koşullar içinde yol açan öncü kadınların eserlerine sahip çıkarak yapabilirler. Nitekim Âvâze'nin hem müzik hem kadın tarihine düştüğü böyle önemli bir nottur.
Şerife Gençoğlu, Özgül Turgay, Sinem Özdemir, Oya İşboğa, Filiz Yıldızbaşoğlu, Aslıhan Ergişi ve Serap Çağlayan'dan oluşan hanendelere, kemençede Nermin Kaygusuz, kanunda Serap Çağlayan, viyolonselde Dilek Zertunç, udda Eylem Erdemir, tanburda Pelin Değirmenci eşlik etmiş. Neveser Kökdeş'in farklı makamlarda on iki şarkısını başarıyla ve kadınsı bir duyarlılıkla icra eden topluluk, yalnızca Neveser Kökdeş'in değil, bütün sesi kısıtlanmış, yaratıcılığı engellenmiş, eseri yok olmuş, adı silinmiş kadınların 'âvâze'sini de günümüzün bilgi demokratikleşmesi sürecine dâhil etmiş. Albümün ayrıca meme kanseriyle mücadeleye destek özelliği de taşıdığını eklememiz gerekir. Her yönüyle simgesel bir anlam içeren, ayakta alkışlanması gereken bir çaba!
Özgürleşme kadar adaletsizlik ve şiddet de getiren bu garip çağda, kadınların sesi, insanlığın eksik duygusunun mayasını oluşturabilir. Kadının ve erkeğin birbirine üstünlük sağlamaya çalışma konumları olmadığını idrak edeceğimiz bir yüzyıla çoktan girdik. Ancak bu büyük dönüşümün, kendi âciz iktidarlarını nasıl tehdit ettiğinin içgüdüsel bir şekilde hisseden kimi erkekler, bekçisi olarak yetiştirildikleri ataerkil düzenin bütün payandalarının çökmekte olduğunu görmenin hırçınlığıyla, özgürleşme yolunda istikrarlı bir tsunami gibi gelen kadınlara yönelik şiddet uygulamayı bir varkalım meselesi olarak addetmekteler. Şiddetin acı sonuçlarına her geçen gün daha fazla rastlasak da, bu kaybetmenin içe çöken ancak yıkıcı çığlığından başka bir şey değildir. Eril şiddet, beyhûde çaba... Kadın tarihi, kayıp kahramanlarının eserleriyle yeniden yazıldıkça, er ya da geç tepkisel şiddeti soğuracaktır. Ancak bu yolda, kadınların sesini duyurmada, üretimlerini taçlandırmada yine kadınlara iş düşüyor; Âvâze'nin saygıdeğer çabası gibi.
Yirmi birinci yüzyıl kadınların çağı olacaktır. Kuşkunuz mu var? Neveser Kökdeş'in sesine kulak verin.
ALİ ERGUR
1 Ocak 2019