Toplumsalın Fazlalığı ve Müzik:
Ortak günahımız ve yücelişimiz!
Sosyoloji biliminin kurucu büyüklerinden Emile Durkheim, toplum halinde yaşamanın, bireysel varoluşların toplamını aşan bir olgu olduğunun altını çizmiştir. Bireyin zaferinin kutsandığı bir dönemde, toplumsalı bireysele göre öncelikli kılan bu bakış açısı, zamanın ruhuna belirgin bir şekilde aykırı görünüyordu. Üstelik Viyana’dan Dünya’ya hızla yayılan yeni bir yöntem ve kuram, bireysel olanın derinliğine inerek hakikat katmanlarını araştırmayı önceliyordu. Psikanalizin altın çağında bireyin derinlikleri, bilinçaltının katmanları yerine, önceliği birlikte eyleminin dinamiklerine veren yeni bir bilim dalı şekillenmekteydi. Cermen felsefe geleneği, yalnızca gerçekliği birey düzeyinde açıklamakla kalmıyor, toplumsalın inşasını da psişik bir olgu olarak kavramsallaştırıyordu. Bu akımın önemli temsilcilerinden bir olan Wilhelm Wundt, Hegel'de de altı çizilmiş olan bir mevhumu geliştirerek halk psikolojisinden (Völkerpsychologie) bahsetmiştir. Ona göre düzenli ve belli bir amacı olan toplu yaşam, ancak temel bir topluluk ruhuna (Volkgeist) sahip olunduğunda mümkün olabilirdi. Psişik açıklamaların bunca yaygınlık kazandığı bir dönemde, Fransa'da, Durkheim'ın başlattığı sosyoloji yaklaşımı, gerçekliği daha ziyade toplumsal düzeyde tasavvur eden, bireyi, bütün duygulanımlarıyla bu kolektif var oluşun bir çeşit atomu gibi gören kavramsal çerçeve geliştirmiştir. Durkheim, toplu yaşayışın kendine özgü bir doğası olduğunu, toplumun, onu oluşturan bireylerin tekil bilinçlerinden ayrı bir varlık olduğunu iddia etmiştir. Hatta 'bilinç' gibi, Freud'un bireye mâl ettiği bir kategori, Durkheim'da toplumsal ölçekte yeniden şekillendirilmiştir (kolektif bilinç veya kolektif vicdan). Toplumsalın kuruluşu, bu nedenle, bireylik bilinçlerinin toplamından fazla olan özgül bir varlık olarak kavramsallaştırılmıştır. Toplumsalın simgeleri de doğal olarak bu fazlalığın izdüşümleri olarak ortaya çıkmıştır. Kolektif varlığımızı kodlayan, ortak anlam birimleri üreten ve taşıyan müzik de tam Durkheim'ın işaret ettiği gibi, sistemleşerek var olan, bunun için ise, herkese ait olan ama kimseye ait olmayan bir alan yaratarak ortaya çıkmıştır.
Sesin bir sistem halinde örgütlenmesi, toplu yaşayışla yakından ilgilidir. Ses, fizik temelleri itibariyle titreşimdir. Doğada sonsuz sayıda ve kesintisiz bir şekilde var olan ses konumları (frekanslar) müzik değildirler. Müzik, doğanın sonsuz ses yelpazesinin içinden (1) basamaklar halinde sesleri çekmeyi; (2) yalnızca belli konumdakileri kullanıma sokmayı; (3) sesleri doğadaki sıralarından farklı bir şekilde dizerek, belli bir yaygınlığı ve meşruiyeti olan bir standart inşa etmeyi gerektirir. Ayrıca seslerin bu belli bir sistematik içinde düzenlenmiş haliyle, irade ürünü olan bir ses ifadesi kurulması gerekir. Ancak bu aşamalardan sonra sese müzik adını verebiliriz. İnsanın iradesi, sesi ehlileştirme arzusu, bunun için geliştirdiği ses düzenleme politikası olmadan doğanın seslerine müzik denemez. Bu açıdan bakıldığında, insan aklının müdahalesi, irade eklediği eylemsellik olmadan, herhangi bir ses ilişkisine müzik adını vermek doğru olmaz. Müzik, var olmak için bir ses sistemine, diğer bir deyişle sistemleştirilmiş, düzene konmuş bir ses ilişkileri sistemine gereksinim duyar. Bir sistem olarak yapılanmasından itibaren müzik, bir toplum düzeninin varlığına işaret eden önemli bir kolektif bilinç metaforudur.
Toplumsal bağlarla belli bir bütünlük oluşturan insanlar, müzik üzerinden hem bu yapıyı görünür ve hissedilir hale getirirler, hem onu simgesel bir temsil halinde dışsallaştırırlar. Böylece müzik, bireyler arası iletişim kurulmasına ve bağ tesis edilmesine yardımcı olur. Diğer yandan bir çeşit güven sistemi olarak da çalışan müzik, toplumsal düzenin varlığına dair en önemli kanıt ve gösterge haline gelir. Güven sistemleri, toplumsalın kuruluşunda ve yeniden üretiminde hayati önemi haiz araçlardır. Geleneğin yönlendirdiği bir toplumda, yüz yüze ilişkiler, tekrar kalıpları, döngüler güven kaynağını oluştururlar; zira öngörülebilirlik, bilindiklik, tanıdıklık, toplumsalın süregitmesi için gerekli olan çok temel gereksinimlerdir. Modern kültürde ise geleneğin sağladığı güvenin yerini kurumlar alır. Uzman kurumlar ve para, modern dünyanın var olmasını sağlayan, güven sistemi olarak çalışan standartlardır. Bu standartlar olmadan toplum gibi soyut bir kurgunun (özellikle modern, karmaşık toplumların durumunda) var olabilmesi mümkün olmaz. İşte müzik, bu aşamada merkezi öneme sahip bir tasnif edici olarak işlev görür. Tasnif etmek, dünyanın olgularını tanımlamayı, eylemi de ona göre şekillendirmeyi mümkün kılar.
Müziğin bir standartlar sistemi olarak işlev görmesi, onu hem anlam üreticisi hem temsil düzlemi haline getirir. Müzik, standart sağlayıcı özelliğini, kendisinin ontolojik olarak sistemleştirilmiş olmasından alır. Böylece bir ses sistemi, yalnızca fizik-akustik bir doğal olay ya da matematiksel bir tasarım değil, bunlardan öte, toplumsal bir anlam üreticisi, taşıyıcısı ve kodlayıcısı olan müziğin kurucu mantığıdır. Ses sistemi, önceden tanımlanmış kalıplar üzerinde (eşit tamperaman düzeni, makam sistemi, modal sistem, vb.) üretildiği için, bireylere, ait oldukları bir zaman ve mekân matrisi olduğunu hatırlatır. Ses sistemi tasarlamak, insanın diğer simge üretme eylemlerinde olduğu gibi, doğayı hesaplanabilir ve öngörülebilir kılma etkinliklerinden biridir. Ancak bu soyutlama, yine doğanın olgusallığının gözlemlenmesi sonucunda elde edilmiş bilgilerden damıtılarak oluşturulmuştur. Müziğe temel oluşturan ses sistemlerinin kökeninde titreşimlerin doğal bir döngüselliği vardır. Bu olguyu, bildiğimiz tarih içinde ortaya koyan düşünür Pithagoras (Πυθαγόρας) (M.Ö.570-495) olmuştur. Pithagoras, muhtemelen, öncülü olan Mısır ve Mezopotamya bilgilerinin bir yorumlayıcısıdır; ancak yazılı ve sistemli olarak ses sistemlerinin oluşumunu ilk kez o kuramlaştırmıştır.
Pithagoras, sesin bir titreşim olduğu olgusundan hareketle, basit bir düzenek yaparak, onun nasıl doğal bir düzen içinde var olduğunu kanıtlamak istemiştir. Buna göre, bir tahta kaide üzerine tespit edilmiş çiviler arasına gerilmiş tek bir teli tınlatarak, farklı frekansta sesler elde etmiştir. Monokord adlı bu düzenekte, tel, parmakla çekildiğinde ya da (piyanodaki gibi çekiç benzeri bir aletle) darbe aldığında belli bir frekansta tınlar. İlk duyuşta sabit gibi gelen bu ses, dikkatle dinlendiğinde ve özellikle uzatıldığında başka frekansları içeren bir dalgalanmaya dönüşür. Aslında doğadaki her ses, ondan türeyen sonsuz sayıdaki diğer tüm sesleri barındırır. Hangi başlangıç sesini merkeze aldığımıza göre değişerek, bu döngü, tek bir noktadan hareketle bütün evrenin unsurlarını içerir. Güzel, iyi, doğru kavramlarının önemli ölçüde doğaya uygunluk olarak kavramsallaştırıldığı, bunun da matematiksel olarak ifade edilebilir olduğu zaman makbul sayıldığı bir anlayışı önceleyen Eski Yunan düşüncesi, böyle bir deneyle felsefi olarak da müziği temellendirmiştir. Müzikteki uyum, evrenin düzeninin bir yansımasından başka bir şey değildir. O yüzden modern-öncesi çağların bilginleri müzik, astronomi ve matematiğe aynı anda ilgi duymuşlardır. Tarım toplumlarının geleneğe ve döngüselliğe bağlı düzeninde, böyle bir mutlak uyum arayışı da şaşırtıcı değildir. Nitekim temel sesin tınlamasıyla elde edilen dalgalanmanın içinde ardı sıra duyulan diğer seslere, başlangıç sesinin armonikleri ya da Türkçe'siyle doğuşkanları adı verilir. Pithagoras, bu tek sesin içindeki doğuşkanları, telin uzunluğunu değiştirerek elde etmiştir. Önce telin boş tınlamasını temel ses kabul etmiş, ardından teli tam ortasındaki bir noktadan sıkıştırarak yalnızca yarısı kadar mesafeden ve yarım mesafeyi tekrar yarıya bölerek tınlatmış, fiziki olarak yapılabilirlik sınırına kadar bu deneyi, farklı noktalardan teli kısaltarak sürdürmüştür. Böylece telin 1/1 oranında temel sesi (tonik), 1/2'sinde onun sekiz basamak tiz halini (oktav), 1/3'ünde beşli tamını, 1/4'ünde dörtlü tamını, 1/5'inde büyük üçlüsünü vb. elde etmiştir. Tek bir telin tınlamasının içinde belli bir düzenle, ama git gide duyulması zorlaşarak kulağa ulaşan sesler, aynı zamanda aynı telin kısaltılması sayesinde de elde edilebilmiştir. Doğal düzende 1,8,5,4,3,2... şeklinde ilerleyen frekans konumlarını, pesten tize doğru sıraladığımız zaman bir dizi elde ederiz. 12 eşit tonlu tampere sistemde (Avrupa müziğine temel teşkil eden, modern çağda tedricen standartlaşmış, bugün genel kullanıma yayılmış, özetle piyano klavyesinde somutlaşan sistem) gam adını alan bu diziler, çıkış noktası olarak kabul edilen sese göre, diğerlerinin aynı kalıp üzerinde dizilmelerini sağlamıştır. Pithagoras'ın zamanında farklı kalıplar üzerine kurulan diziler, farklı karakterde ilişki düzenlerini ifade eden modlar halinde örgütlenmişlerdi. Batı Avrupa müziği, modern çağdaki standartlaşması sırasında, bunlardan yalnızca ikisini almış, aynı kalıbı on iki ayrı ses konumunun çeşitlemeleri olarak kuramlaştırmıştır. Modernlik, hayatın karmaşıklaşması, onun ifade araçlarının ise basitleşmesi anlamına gelir. Makam müziği ise, bir sekizliyi Avrupa müziğinin böldüğü sayıdan (12) daha fazla sayıda durağa ayırır. Hayatın daha yavaş ve basit aktığı bir dünyada, ses nüansları çok daha fazla olabilir. Zira onları duyacak kulakların başka birçok dış uyaranla rahatsız edilmemesi gerekir. Sesin, ışığın, rengin, hayat gailesinin, düşünce çeşitliliğinin, hareketin, ticaretin hesaplılığının karmaşıklaştırdığı bir dünyada, makam müziğinin mikro-tonal nüanslarını algılamak da git gide zorlaşmıştır. Makam müziğinin dünyası, üretim ilişkilerinin daha geleneksel bir düzen içinde büyük çelişkiler yaşamadan ve değişmeye gereksinim duymadan aktığı bir zihniyet çerçevesini ifade eder. Ancak bu durum, Osmanlı Devleti'ndeki modernleşme süreciyle dönüşüme girmiş, farklı biçim ve yollardan da olsa, Avrupa'dakine benzer bir standartlaşma eğilimiyle değişme güzergâhına oturmuştur.
İster modal, ister tampere, ister makamsal olsun, bir ses sistemi her durumda stilize ve soyutlanmış bir doğa tasavvuru anlamına gelir. Aralarındaki fark, standartlaşma derecesi ve biçimlerindedir. Bütün ses sistemleri, doğuşkanların belli (ve insan iradesinin sonucu olan yapay) bir düzene sokulmalarıyla oluşmuştur. Bu anlamda, aslında her ses sistemi tampere, diğer bir deyişle ehlileştirilmiş, ıslah edilmiş, düzene sokulmuş, doğadakinden farklı hale getirilmiştir. Bitkiyi, hayvanı ehlileştiren insan, sesi de toplumsal düzene uyumlu ve kendi emrine âmâde hale getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında, sütü mayalayıp yoğurt yapmak, buğdayı öğütüp ekmek halinde pişirmek, atı üzerine binilebilir bir araç haline getirmek ile doğanın sonsuz ses frekansları arasından bazılarını seçip onlarla bir sistem dâhilinde müzik yapmak arasında fark yoktur. İnsan kendi ölümsüzlük arayışı yolunda doğayı ehlileştirir (habilitatio). Ancak her ehlileştirmede olduğu gibi, ses sistemi inşa ederken de, doğanın doğallığına müdahale edilir; onun parçası olan şey (nesne, canlı, titreşim, vb.), insanın ehlileştirme sürecinde, kendisinden farkı hale gelir.
Hangi tasavvur içinde olursa olsun, ses sistemi oluşturmak, doğada olmayan bir kapanışı gerektirir. Pithagoras'ın keşfettiği doğuşkan ilişkileri sayesinde, beşli tam aralıklar kullanılarak diziler elde edilmiştir. Do-Sol, Sol-Re, Re-La, La-Mi, Mi-Si, Si-Fa diyez, vb. gibi devam eden beşliler silsilesi, sürekli asimptotik bir şekilde sonsuza doğru küçülen aralıkları içererek devam eder. Diğer bir deyişle, beşliler zinciri, bir yandan bir diziye (gam veya makam) temel olan sesleri üretir, diğer yandan bunları kapanmayan bir sistem içinde konumlandırır. Oysa standart bir düzen, konu ister ölçü ve ağırlık birimleri, ister felsefi kavramlar, ister ses olsun, kapanabilir olmayı gerektirir. Bu aşamada, kapalı yani öngörülebilir bir sistem için gerekli olan bir müdahale ya da zorlama kaçınılmazdır. Doğal doğuşkanlardan bazılarını alıp sıralamak, aynı zamanda onları kapanan bir sistem haline getirmek anlamına gelir. Bu bir toplum olmak için gerekli şiddetin simgesel bir ifadesidir. Doğuşkanlar sistemi, doğada olmayan bir fazlalıkla, küçük bir bağlantı unsuru olan mikro-tonal bir aralıkla kapatılır. Pi sayısını, hesap yapabilmek için virgülden sonra belli bir hane sayısında sabit kabul etmek gibi bir operasyondur bu. Gündelik pratikler açısından hissedilebilir bir farkı olmasa da, matematiksel anlamda yani aslında sosyolojik olarak toplumsalın fazlalığı ve felsefi anlamda insanın doğaya meydan okumasıdır. Seslerin sistemleşmesini sağlayan bu fazlalık, ilişkilerin mucidinin adına fatura edilen bir günah gibidir: Pithagoras koması. Toplumsalın fazlalığı bütün kültür üretimlerinde mevcuttur; ancak pek azında müzikteki kadar çarpıcı bir soyutlama vardır. Üstelik müzik, zaman ve mekâna sızan bir sanat olduğu için, toplumsalın fazlalığını hem içerir hem onu en vurgulu şekilde temsil eder. Jacques Attali'nin deyişiyle müziğin, şiddetin soyutlaması olması, onun bir kurban töreni gibi işlev görmesini de gerektirmiştir.
Toplumsalın kuruluşu, kimseye ait olmayan, herkese ait olan bir günah gibidir. Toplumsal düzen, bu günahı topluluğa paylaştırmaktan başka bir şey değildir.
Müzik: Ortak günahımız ve yücelişimiz!
ALİ ERGUR
1 Nisan 2018