Her mesleğin kendine göre incelikleri, uzmanlık bilgileri, az ya da çok zaman alan eğitim süreci, deneyimle elde edilen ustalık becerileri vardır. Her meslek, hele günümüzdeki gibi üst düzey uzmanlaşmaların birbirlerini tamamlaması temeline dayalı karmaşık bir işbölümü sistemi içinde, göreli bir işlevsellik içinde vazgeçilmezdir. Etkileşimci toplumbilimci Everett Hughes, meslekler arasındaki hiyerarşinin, o toplumda makbul değerlerin bir yansıması olduğunu belirtmişti. Bu hiyerarşi ya da önem skalasının zamanla ne yönde değiştiğine bakmak da, aynı şekilde, toplumsal değişmenin niteliğini yansıtır. Genel anlamda ise, tarih boyunca, somut ve fiziki güce dayalı işlerden soyut ve zihinsel emeğe dayalı işlere doğru bir evrimin varlığından söz edilebilir. Ancak bu dönüşüm ne tam anlamıyla doğrusaldır ne somut üretimin önemini tamamen yitirdiği anlamına gelir. Bugün finans kapitalizminin yeniden şekillendirdiği dünyamızda makbul sayılan işler, büyük çoğunlukta somut üretimde bulunmayan, soyut ifadelerin (örneğin elektronik ortamda paranın sanal simgeleri) yöneticisi konumunda olanlardır. Handiyse "her mezraya bir tane" düsturuyla açılmış, sayıları 206'ya varan üniversitelerin, müthiş bir neo-liberal rekabet acımasızlığı içinde, insan zihninin yetkinleşmesi ve incelmesi yönünde bilimsel üretim yapmak yerine, pazarlanacak daha fazla (çünkü mevcut hiçbir zaman yeterli değildir!) neleri olduğuna kafa yormalarına yol açan bir düzende eğitimi verilen uzmanlıkların sıralanışı, artık doğrudan para cinsinden yapılmaktadır. Buna mukabil bu 'uzmanlıklar', sahici anlamda bir 'meslek' de değildir; daha ziyade süreç ve kurumlar arasında aracılık işleri mahiyetindedir. Zira somut anlamda üretim yapmayan toplumlarda daima aracılık işleri gelişir. Diğer yandan finans kapitalizmi, simgeler, söylemler ve göstergeler ekonomisi üzerine kuruludur. Günümüzde en gözde mesleklerin az ya da çok tasarım ve iletişimle ilgili olması boşuna değildir. Varsayımsal değerlerin sanal bir şekilde dolaşımı üzerine kurulu ve ölçüsüz ancak şık sömürüyle ayakta kalan bu yeni kapitalizm, emeği makbul bir olgu olmaktan çıkarmış, çalışma, sabır, sebat, azim, birikim gibi kavramları anlamsızlaştırmıştır. Paradan devlet politikalarına, kurumların yapılanmasından insan ilişkilerindeki duygu içeriğine kadar her şey akışkan ve belirsiz bir hal almıştır. Somut nesne üretimine dayalı, belli bir zihin ve el becerisi gerektiren, doğal olarak öğrenimi güçlükler içeren, icrası emeğin güçlüğü, ama aynı zamanda coşkusunu barındıran mesleklerin göreli bir gerilemesinden söz edilebilir. Bütün bu koşullar içinde, çiftçilikten saat ustalığına kadar, birçok somut üretim mesleği, bu akışkan dünyada kendilerine kenarda da olsa yer bulmaktadır; zira egemen ekonominin soyut ve sanal işlerden oluşması, insan gereksinimlerinin tamamını kaplamaz. Hatta aracılık işleri yeryüzünden silinse, insanlık belleğinin entelektüel çekirdeğine herhangi bir şekilde halel gelmeyeceğini düşünebiliriz. Oysa maddi ve manevi gereksinimlere yönelik somut üretim yapan meslekler, tarihin derinlerine kadar uzanan bir soyağacına sahiptirler. Bu mesleklerin başında elbette tıp gelir.
Antik Çağ'ın bilgelik anlayışı kapalı devre bir evren tasavvuruyla uyumluydu. Tarımın egemen etkinlik biçimi olduğu bir dünyada, toplum değerlerinin mahiyeti doğanın da dayattığı şekilde tek hakikat, sorgulanabilir olmayan bilgi ve kapalı devre yapı kavramlarıyla belirlenmekteydi. İnsanın bedeni ve onun işleyiş yasaları, döngüsel ve kapanan bir sistem olarak kabul ediliyordu. Buna göre; vücut dört tip sıvının birbirleriyle dengesinden oluşan homeostatik bir yapıydı. Özünde ilahi bir yaratımın ürünü olan bu yapı, insan tarafından sorgulanamaz, araştırılamaz ve incelenemezdi. Bu nedenle, sistemli diseksiyon pratiğinin tıp bilgisi üretimine girmesi ancak Rönesans civarında olmuştur. Anatomi bilgisinin tıp eğitiminin temeli addedilmesi içinse 17. yüzyılı beklemek gerekecekti. Diğer yandan binyıllar boyu çeşitli biçimlerde var olan tıp mesleği, teknik bilgi ve araç yetersizliği nedeniyle, kabaca 19. yüzyıla kadar, doğanın getirdiği hastalıklar karşısında, ya büyü ve telkine ağırlık veren ya kısıtlı araçlarla (bitkisel ve hayvansal özütler, kapsamlı olmayan cerrahi müdahaleler) yetinmek zorunda kalan bir meslek olmuştur. Ancak asepsi kurallarının keşfi, gelişkin bir anatomi bilgisi ve teknolojik ilerleme sayesinde ciddi cerrahi girişimler başlayabilmiştir. Aynı şekilde dâhili tıp bilgisi de buna koşut olarak gelişmiştir. Bunun için de Sanayi Devrimi'ni beklemek gerekecektir. Belli bir bilgi birikimine yol açsa da, anlamlı bir ilerleme kaydettirmeyen kimi tıbbi yenilikler ve sistemli bir tıp bilgisi, ancak sanayi toplumunun eriştiği değişme ivmesi ve bunu mümkün kılan ideolojik bağlam sayesinde mümkün olabilmiştir. Ancak insanlık tarihinin çok büyük bir kısmında tıp mesleği hem var olmuş hem çok kısıtlı olanaklar içinde din-büyü-telkin sarmalının kaderciliğinin gölgesine sığınmıştır. Bununla birlikte, insanın bedeniyle olan ilişkisi ezeli bir olgu olduğu için, onun işlev-dışı durumlarının (hastalıklar) yönetilmesine, mümkünse sağaltılmasına daima gereksinim olmuştur. O nedenle tabip, bütün toplum örgütlenmelerinde her zaman önemli bir yer işgal eden ayrıcalıklı bir figür olmuştur. Belki başka hiçbir mesleğin, hiçbir toplumda, teknik kapasitesi bu kadar düşük (dolayısıyla bu kadar az işlevsel) olup bu denli sağlam bir yer edindiği vâki değildir.
Orta Çağ Avrupa'sı ve İslam dünyasının Antik kaynaklardan temellük ettiği tıp bilgisi, bütünsel ve kapalı sistem anlayışı çerçevesinde, salt insan bedeninin işleyişi ve hastalıklarının sağaltılmasına dair teknik bilgiyle yetinmeyen, kendisini, evrenin tasavvurunda başvurulan temel bilimlerin bir parçası olarak tasarlayan nitelikteydi. Böylece, temel ve makbul bilgiler, uzun bir dönem boyunca, birbirlerini tamamlayan tıp, matematik, astronomi ve müzikten oluşan dörtlü temelde gelişti. Bu dört alana hâkim olan bilgi insanı, bir bilge kişi olarak toplumda özel bir yer ediniyordu. Bu bilgilerin tamamına hâkim olmak, esasında felsefenin ta kendisiydi. Nitekim felsefe, hikmet-severlik (filo-sofia, φίλο-σοφία) anlamına gelir. Sanayi Çağı öncesinde tıp bilgisine vâkıf kişinin (tabip), aynı zamanda filozof olması, ona hekim sıfatını kazandırmıştır. Bugün aşırı derecede teknik hale gelmiş, eğitiminde hermetik teknisyen bilgiden, icrasında uygulama algoritmalarının takibinden ibaret, toplumsal konumunun belirlenmesinde değişim değerinin egemenliğinden kurtulamayan bir tıp pratiğinin en belirgin özelliği, bir zamanlar parçası olduğu hikmete gereken önemi vermeyi unutmuş olmasıdır. Tıp fakültesinden mezun olan herhangi bir kişinin doğal olarak entelektüel, doğal olarak hekim (hikmet sahibi) sayılması, teknisyen ideolojinin önemli bir başarısıdır. Teknik bilgiyi intellectus ile otomatik olarak eşleştiren, uygulamalı bilimleri felsefeden katı şekilde ayıran, birincileri tartışılmaz bir şekilde üstün bir konuma yerleştiren, bu şekilde piyasa mantığıyla kolayca buluşan bir ideoloji, güçlü bir şekilde tıp eğitimini ele geçirmiş olduğu için, hekim sözcüğünün yüklendiği düşünsel içerik, tabip yetiştirmede en çok göz ardı edilen özellik olmuştur. Ancak bu eğitim ve mesleki anlayış tesviyesine karşı direnen, bu şekilde hekim sıfatını layıkıyla hak eden tabipler daima var olmuştur.
Türkiye'nin müzik tarihine yüzeysel bir bakış bile, yetkin müzik insanları arasında tıp kökenli olanlar bulunduğunu bize göstermeye yeter. Makam müziğinin kilometre taşları Alâeddin Yavaşça (jinekoloji) ve Nevzad Atlığ (radyoloji), sanat kariyerlerinin yanı sıra başarılı hekimlerdir. Senfonik müzik bestecisi Bülent Tarcan'ın "Prof. Dr." ünvanının müzikten değil de tıptan geldiğini, Türkiye'de beyin ve sinir cerrahisinin kurumsallaşmasında önemli rol oynayan kuşağın mensubu olduğu az bilinir. İcra alanında da birçok isim zikretmek kuşkusuz mümkündür. Tıp biliminin, özünde 'teknik bilgiyle idare edilebilen' bir uzmanlık alanı haline gelmesine razı olmayan tabipler, daima sanatla, felsefeyle, sosyal bilimlerle yakın ilişki içinde olmuşlardır.
Sanata yakın duran tıp erbabının üretiminin son örneklerinden biri, kendilerine ayrılan teknisyen rolüne çıkmayı reddetme erdemini gösterebilen bir grup kadın tabibin oluşturduğu bir topluluk. Dar tıp anlayışına karşı çıkarak sanatla kol kola gelişmeyi hedefleyen bu topluluk, Hekimler Söylüyor başlıklı bir albüm (2 CD) yayınladı. Sanat yönetmenliğini makam müziği alanında referans kişiler olan, değerli sanatçılar Göksel Baktagir ve Selçuk Murat Kızılateş'in yaptığı Hekimler Söylüyor albümünün birinci CD'si Hekim Şarkıları, ikincisi Hekim Türküleri başlığını taşıyor. Tahmin edilebileceği gibi birinci CD makam müziği, ikincisi ise halk müziği dağarında hekim temalı eserlerin seslendirilmesine ayrılmış. Ege Şafak Orpheus Yapım tarafından basılan, proje koordinatörlüğünü Özlem Kaya'nın yaptığı albümde, sanatçı hekimleri makam müziği alanında Nazire Savran, halk müziği alanında Özlem Doğuş Varlı çalıştırmış.
Toplam yirmi sekiz kadın hekim, içeriği doğrudan ya da dolaylı bir şekilde hekime değinen şarkı ve türküyü seslendirmiş. Her birinin icrasında emek, incelik ve özen dikkatimizi çekiyor. Yoğun ve git gide daha stresli bir iş haline gelen tıp dünyasının çeşitli kademelerinde görev alan hekim kadınlar, bu yorucu hayata teslim olmayıp tıbbın müzikle olan kadim bağını ve ondan türeyen bilgeliği zihinlerine dâhil etmeye azmetmiş görünüyorlar. Birçok icranın profesyonel ciddiyet ve sanatsal gelişkinlikle dikkat çektiğini ifade edebiliriz. Projenin en önemli boyutu ise, KAHEV (Kadın Hekimler Eğitime Destek Vakfı) yararına gerçekleştirilmiş olmasıdır. KAHEV 2017 yılında kurulmuş ve kadın hekimlerin (tabip ve diş hekimi), birçok erkek topluluğunun sağlayamadığı güven zincirini sağlamış olması üzerine kurulu bir vakıf. Bugüne kadar birçok gence (okul öncesinden üniversiteye kadar) eğitimlerinde destek sağlamış, ayrıca birçok okula altyapı kurmuş bir kuruluş olan KAHEV, Dünya Sağlık Örgütü'nün sağlığı, “insanın biyolojik, psikolojik ve sosyal tam bir iyilik hali" olarak tanımlayan yaklaşımına uygun olarak, sosyal iyiliğe destek sorumluluğunu üstlenmiş bir girişimdir. Genel geçer tıp pratiği bu tanımın yalnızca biyolojik boyutuna odaklanmışken, insan sağlığın önemli iki boyutu daha olduğunu vurgulayıp bu konuda müdahil olmayı görev edinmiş olan KAHEV, aynı zamanda meslektaşlarına 'sosyal' niteliği olan bir iş yaptıklarını hatırlatıyor. Hekimler Söylüyor projesi, hem hekimlerin görev alanlarının biyolojiyle sınırlı teknik bir dal olmadığının altını çiziyor hem sanatın tıp için bir lüks değil, felsefi (hatta belki ontolojik) bir gereklilik olduğunun bilincini yansıtıyor. Toplum değerlerinin, meslekleri para cinsinden yeniden şekillendirdiği bir dönem ve ülkede, Hekimler Söylüyor projesinin özel bir anlamı olduğunu ifade etmeliyiz. Tıbbı, özündeki 'sosyal'den ayrıştırmaya çalışan teknisyen ideolojiye direnmenin bu güzel örneğini takdirle selamlamalıyız.
Teknolojiyle başı dönmüş aşırı uzman tıbbı, özündeki hikmete davet etmek için en doğru yol, müziktir.