BEYHAN ALPERTEN GÖKÇE RESİM SERGİSİ (28 nisan 2019)
DENTA Sanat Galerisi; Mahatma Gandi cad. 34; Çankaya Ankara
Mayısa girmemize birkaç gün kala bir resim sergisi baharla birlikte aramızdan ayrılmış bir arkadaşımızı anmamıza vesile oldu. Teşekkürler ilkbahar. Beyhan Alperten Gökçe, dile kolay on yıl olmuş fırçasına ve tuvaline veda edeli. Zaman ne kadar zalim ve de ne kadar göreceli. Sanki dün gibi her şey. Neredeyse yakınlarına başsağlığı dileyebilirdim. On yıl bir andı sanki.
Hayatımız yaşantılarımızın bir arşivi. Orada zaman yok; her şey arşivin içerisinde. Bir anlamda şimdiyi yaşıyoruz sürekli.
Beyhan Alperten Gökçe’nin aziz hatırasını yakınları yaşatıyor; bize de bu paha biçilmez anıları tablolarının geçit resminde bir şölen halinde yaşamak düşüyor.
Bir pazar günü resim sergisi açılışına gitmenin nasıl olabileceğini bilmiyordum. Kendimi bir öğlen rakılaması sonrası sanki denizin hafif esintisinde keyiflenir bir halde buldum. Ne güzel bir günmüş.
Çok sevgili arkadaşım Reyhan Alperten Atmaca’yla Roma tayinimizde birlikteydik. Ofisimizin tozlarını birlikte yuttuk. Roma muhteşem bir deneyim ve muhteşem arkadaşlıklarımızın inşası günleriydi. Sanatçı arkadaşımız Beyhan’ın ablası Reyhan’ın bu serginin düzenlenmesinde geçen büyük emeğini derinden hissettim. Koleksiyonerlerin duvarlarından resim toplamak kolay iş değil. Veren var, vermeyen var.
Pastel ağırlıklı resimlerin yanı sıra yağlı boya tabloları da görüyoruz sergide. İnce bir zevk; duyguların fırçadan tuvale dökülmesini bize de hissettiren bir akış. Figüratif çalışmalar; natürmortlar, peyzajlar… Empresyonizmin dalgaları arasında keyifle sallanan fırça darbeleri. Resim yapmaktan aldığı büyük keyfi bize de yaşatıyor. Hoş ve doğru kompozisyonlar; her şey yerli yerinde; temeli sağlam.
Açılış kokteylini süsleyen bir diğer öğe de flüt ve viyolonsel eşliğinde dinlediğimiz ezgiler. Resimlerin üzerinde latif okşayışlarla gezinip durdular. Flüt, özellikle tablolarla başka bir uyum gösteriyor. Eski Roma ve Yunan yaşamlarını çağrıştırıyor. Kadim Anadolu uygarlıklarını…
Tablolardan ufak bir seçkiyi burada veriyorum; seveceksiniz.
İşte hayat arşivinden çekip ortaya konan bir kesitin içerisinde bu pazar keyifle gezindik. Tertipleyen yakınlarına binlerce teşekkür.
MEHMET EMİN ERDOĞDU ve ‘zeytin kadınları’
‘fantastik işler resim ve heykel sergisi’
NUROL sanat galerisi 25 nisan – 11 mayıs 2019
İda dağları (Kaz dağları) civarında yerleşmiş bir sanatçı Mehmet Emin Erdoğdu. Bulunduğu yerin kadim söylencelerinden ve bunların o dağlara geçmiş genetik yapısının yörenin her zerresine sinmiş ruhundan ayrı kalması düşünülemezdi ressamımızın. Büyülü bir yerdir Çanakkale, Balıkesir ve yöresi. Ayvalık’dan başlayarak Çanakkale’ye, oradan Bozcaada’ya uzanan o cennet yerleri bilirim. İda’ya çıkmışlığım ve Alplerden sonra oksijenin en fazla olduğu bu yerde havayı ciğerlerime çekmişliğim vardır. Mis gibi.
Mitolojik tanrıların yaşadığı bu dağda evrenin ilk güzellik müsabakası tanrıçalar Afrodit, Hera ve Athena arasında yapılmış. Tabii kazanan Afrodit olmuş.
Bu üç tanrıça ad değiştirerek çeşitli pagan dinlerinde ‘üç tanrıça’ olarak yer almışlardır. ‘Üç Güzeller’ olarak da duymuşluğum var. Ben bu üç tanrıçayı gördüm. Nerede mi? İşte fotoğrafını çektim ve buraya koydum. Bir Bodrum gecesinde dostlarla terasta rakılarken üç ışıktan doğarak denizde bedenlenen tanrıçalar aklımızı başımızdan almıştı.
Bir gün Truva savaşını İda’nın tepesinden seyreden Zeus’un da fotoğrafını çekerim elbet. Olmazsa resmini yaparım. Ama muhakkak.
İda’yı gezerken dünyanın en nefis zeytinlerini yetiştiren zeytinlikleri görünce, ‘bunlar kesilse buralar ne güzel oteller, rezidanslarla dolar, her yer turist kaynar, diye düşünmüştüm!!!!
Türkler Anadolu’ya yayıldıktan sonra İda, Kaz Dağı olmuş. Çünkü ‘sarıkız efsanesine’ göre bu ermiş kız kaz besliyormuş. Ve evet bu dağlarda buraya özgü kazlar da bulunur. Ayrıca dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan Kaz Dağı köknarları…
Bu dağlar hem Akdeniz hem Marmara ve de kara iklimini barındırır bağrında. Bu iklimlere özgü bitki ve hayvanlar bol oksijenli havayı soluyup dururlar.
Zeytin şahsen benim için de kutsal bir meyvedir. Meyve sınıfına girer. İnsanlık tarihi boyunca bir ana tanrıça gibi insanı besleyegelmiştir. Tapılası bir meyvedir. Kuru iklimi sevdiği için ağacı serttir; tam bir odundur. Dolayısıyla çekirdeği de odun gibidir. Yutulursa sindirilmeden dışkılanır.
İşte ressamımız İda’dan, tanrıçalarından, zeytininden çok etkilenmiş, oralara yerleşmiş; yöreye ve efsanelerine şükranlarını belirtmek üzere de eserlerini ard arda vermeye başlamış. Bir nevi kutsal ayin.
Budanan zeytin ağaçlarının dallarını toplayarak onlardan tuvaller yapmış; üzerlerine tanrıçaları yerleştirmeye başlamış. Tanrıçaların üreme organlarından çıkıp bedenleri boyunca yukarılara tırmanan zeytin ağaçları ve diğerleri. Bereket… Bir annenin çocuklarını beslemesi. Eserlerinde altuni varaklar da kullanıyor. Ama bunları olduğu gibi değil, üzerlerini işleyerek, dokulandırarak zenginleştiriyor.
Çoğunlukla tanrıçaların omzunda, başında karatavuk figürleri görüyoruz. Ne alaka? Efendim kara tavuklar olmazsa zeytin ağaçları da olmaz da ondan. Zeytin çekirdeklerinin hazmedilmediğini söylemiştim yukarıda. Ama bu karatavuklar var ya; sindirim sistemleri öyle kuvvetli asitlerle dolu ki, bu çekirdekleri tam hazmedemeseler de inceltiyorlar ve adeta tohum haline getiriyorlar. Uçup da kondukları yerlerde dışkıladıklarında bu tohumlar toprağa ekilmiş oluyor. Bizim çöpe attığımız çekirdekler sonunda toprağa dönseler bile odun gibi oldukları için öyle kalıyorlar. Bir işe yaramıyorlar.
Ah bu avcılar; çok karatavuk vuruyorlar. Zeytinciliğin sonu gelebilir.
İşte sanatçımız Erdoğdu bu olayı biliyor ki zeytini, karatavuğu, tanrıçaları adeta bir şükür mabedinde birlikte anmış. Tabloların yanı sıra bakır ve bronzla karışık ahşap heykeller de yapıyor. Burada bir karatavuk heykelinin de resmini veriyorum; ilginç bir yorum.
FİGÜR/YORUM/DELİLİK
Galeri SOYUT 3-22mayıs 2019 resim ve heykel karma sergisi
Bu dünyaya kendilerini yabancı hissedenlere deli diyoruz. Buna da ‘yabancılaşma’ (alienation) diyoruz. Hepsi bu.
Deliliğin çok çeşitli tanımları var. Yukarıdaki de benim tanımım. Aslında deliliğin iki ana derecesi bulunuyor. Biri şiddetli klinik vak’a. Bunda kişi kendine ve çevresine zarar verebilmekte. Diğerinde ise kaotik bir bilgelik bulunuyor. Ki bu benim ‘alienation’ dediğim tanıma uyuyor. Kaos özellikle şizofrenide çifte kişilik yada bölünmüş kişilik halinde kendini gösteriyor.
Sergi katılımcıları on dört sanatçıdan oluşuyor. Hepsi ayrı disiplinlerde eserler vermişler. Erol Pelioğlu ile resimlerini sergilediği köşede sohbet ettik. Bana resmini anlattı. Çifte kişiliği betimlemek üzere iki suratlı bir portresi var mesela. Resimde iki de kuzgun kuşu var. Pelioğlu iyi noktadan yakalamış. Çünkü bu kuş türü ikili dünyaları ve özellikle de bilinç ile bilinçaltı arasında uçup duran bir gelgiti temsil ediyor. Özellikle şizofreni ve iki kutuplu kişiliklerde görülen bir durum. Ben ayrıca kendisine de söyledim; betimlediği yüzler biraz flu. Bu da örneğin şizofrenide rastlanan bir durum. Kişi sanki bir rüyada yaşar gibi; çevresi flu ve kendi kendisi de kendisine flu. Çünkü realite ve realitesi flu. Çevresini de kendisini de gerçek hissetmiyor.
Kuzgunu en iyi anlatan Edgar Allan Poe’nun ‘kuzgun’ (raven) adlı şiiri. Şiirde iki dünya arasında haberler getiren kuzgundan söz eder. Ölüler ve fenomenler dünyası arasında. Burada kuzgun, ‘lenore’ adını verdiği ‘ölü güzel kadın’ dır. Kadına sorularına aldığı yanıt hep ‘başka da hiçbir şey’ (nevermore) dir. Diğer bir ifadeyle hiçlik ile heplik arasında ince çizgi üzerindeki kaotik nokta.
Eski Türklerde ‘kuz’ sözcüğü karanlık yerler için kullanılırmış. Bu da ‘bilinmeyene’, bilinçaltımıza işaret ediyor. Örneğin ‘kuzey’ sözcüğü de güneş görmeyen kuzey ülkeleri için kullanılmış.
Güzel iklimlere ve güzel kuşların diyarına hep birlikte...
MONAD BALKAN
3 Mayıs 2019, Ankara