Ağızlara pelesenk olmuş bir kalıptır: Anadolu toprakları çok acı görmüştür; o nedenle müziği de acılıdır. Bunca uygarlığın kurulup çöktüğü, bunca doğal kaynakla yüklü ve böyle doğal bir geçit noktasında olan bir ülke, kültürel anlamda müthiş bir zenginliği biriktirebileceği gibi, çağlar boyunca despotların, aslında hiçbir zaman elde edemeyecekleri mutlak iktidarların peşinde nice kanlı savaşlarına da sahne olabilir. Nitekim Anadolu, her ikisinin kol kola geliştiği uzun bir tarihe sahiptir. Diğer yanda, kendini dünyanın hâkimi, iktidarını ebedî zannedenlerin, Anadolu’nun en eski çağlarından beri, dinsel, etnik, dilsel, kültürel farklılıkların yüzeydeki yanılsatıcılığına rağmen, bir organik bütünlük halinde var olmaya devam eden halkla kurdukları ilişki de hep ikircikli bir ustura ağzında gezinmiştir. Varlığını sürdürmek, yoksul yaşamının asgarilerini korumak zorunda olan Anadolu halkı, hükmeden her beyin hükmetme koşullarını kolayca kavrayıp uyum sağlamıştır. Ancak bu uyma becerisi, onu bu kez de rakip beylerin hışmına uğratmıştır. Antik Çağ ve Orta Çağ Anadolu tarihi kılıçtan geçirmeler, kazığa vurmalar, asmalar, kesmeler, ibret sahneleriyle dolu, her sayfasından olukla kan akan bir dönemdir.
Türkler’in Anadolu’ya yüzyıllar boyunca dalga dalga gelişleri ise, Anadolu tarihinin en büyük ironisini oluşturmuştur. Zira her önce gelen boy, aralarındaki köken, dil, kültür benzerliklerini dikkate almayıp yeni gelenleri kolayca ‘kâfir’, ‘düşman’, ‘yaban’ ilan edivermiştir. O nedenle de, özellikle Türkler’in egemenliğindeki Anadolu, yüzyıllar boyunca Türkler’in Türkler’le savaşlarına sahne olmuştur. Otlukbeli’nden Çaldıran’a büyük meydan savaşları ya da sayısız isyan hareketi ve bunların kanlı bastırılışı, esasında önce devlet kurup kaynaklardan yararlanmayı daha önce becerenlerle, sonradan gelenlerin eğretilikleri arasındaki gizli bir ekonomiye işaret eder. Ama bu üretim ilişkileri düzeninin ve oradan türeyen karmaşıklığın üstesinden bilimsel bir şekilde gelmeye çalışmak yerine, görüntülerin üzerine modern kavramların etiketlerini yapıştırmak daha kolaycı bir yoldur.
Türkiye’de genellikle, hele güncel politika tartışmalarında, realpolitik’in oluşmasında hep bu kestirme patikaları tercih etmenin şehveti, türlü travmayla mâlul zihinler için aranıp da bulunmaz değerde söylem mecraları oluşturur. Sonuçta hem tarihin çiğ gerçekliğinin kıvrımlarından, hem tarih üzerine geliştirilen çoğunlukla muhafazakâr, özcü, mukaddesatçı söylemlerin kaba şemalarından acı teması hep akar.
Oysa, Dünya’nın tamamı zamanda ve mekânda akla hayale gelmez nice acıların sahnesi olmuştur. Anadolu’nun yeryüzünde tek acı çeken yeri olduğunu sanan etno-merkezci dünya algılayışımız, başka diyarlarda nice başka acılar çekildiğini ya bilmez ya önemsemez. 2014 yılı, Fransa’da bir Birinci Dünya Savaşı yayınları ve anma etkinlikleri patlamasına vesile oldu. Savaştaki her olayı, bizden-bizden değil ayrımı yapmadan, ideolojimizi bozar-bozmaz eleğine vurmadan, nesnel bir şekilde ortaya koyan nice yayın yapıldı. Her cephenin insani acılarından askeri teknik ayrıntılarına kadar her vechesi didik didik araştırılıyor. Bütün bu yayın ve etkinlik seli içinde, Mayıs ayında Çanakkale’ye giderken otobüsün verdiği molada gözüme takılan kafile aklıma geliyor: Otobüslerin ön camında “… Belediyesi Gelibolu Şehitlik Ziyareti” yazısı dikkatimizi çekmişti. Bırakın başkalarınınkini, Anadolu’nun yakın zaman tarihini bile ancak ‘yatır ziyareti’ kapsamında algılamak isteyen, bu şehitliğin neden orada var olduğuna dair bile bir tarih okumasına gereksinim duymayan bir zihniyetten bahsediyoruz. Verdun cephesine, Pas-de-Calais’ye, Somme muharebesi alanına ziyaretler yapan Fransız ve Alman ortaokul öğrencileri, orada hayatlarını feda edenlere saygı duymuyorlar mı?
Tam tersine, geçmişe, acılara, özveriye, mücadeleye, tarihsel mirasa, Türkiye’de alışık olmadığımız bir şekilde (yani bilimsel verilerin ışığında, derin bir saygı ifadesiyle ve özellikle hamâset bataklığına düşmeden) sahip çıkılan başka bir gelenek gözlemliyoruz. Ya Türkiye’de ortaokul çocuklarının büyük çoğunluğu, rivayet (-miş’li geçmiş zaman), söylenti, kulaktan duyulmuş ancak tarihsel olarak çoğu yalan, bütünsel bir tarih bilinciyle buluşmayan, mitos niyetine menkıbelerden başka kendi yakın tarihlerine dair ne biliyor? Ne biliyoruz? 12 Eylül rejiminin gerçek ve en arkadan gelen faturasının nasıl kültür ve eğitim alanında astronomik bir bedel ortaya çıkardığını bu tarihle olan sınavlarımız çok güzel açığa çıkarıveriyor. Tarih = Acı söylemi x hamâset!
Anadolu’da çekilen acıları, sömürgecilik sürecinde köleleştirilen, ayrımcılığa tâbi tutulan, önemli bir kısmı yollarda, pamuk tarlalarında, şeker kamışı kazanlarının cehennemi sıcağında ve daha nice sömürü yolunda ölen siyah ırk mensuplarınınkilerden daha yüce bir yere yerleştirmeye kimin hakkı olabilir? Acı, sayılacak, yüceltilecek, kimlik atfı olabilecek, toplumlar arasında yarışı yapılabilecek bir olgu değildir. Acıyla kendine acıyan bir estetik üretmek sanıldığı kadar marifet olmasa gerek; acıyı sahiden bal eyleyenleri görünce ister istemez büyük bir saygı duyuyoruz: 20 Temmuz 2014 Pazar günü, Paris’in en güney ucunda bulunan Cité Internationale Universitaire de Paris’teyiz (Paris Uluslararası Üniversite Sitesi). 1920’li yıllarda inşasına başlanmış olan yurt yerleşkesi, birçok ülkenin ‘ev’ini bünyesinde barındıran geniş bir park. Neden Türkiye Evi olmadığı sorusuna çeşitli şehir efsaneleriyle cevap verilir de, gerçeğini kimse bilmez. Yeşili, yüzyıllık ağaçları, kimi yerde çeşmeleri bol bu yurt bölgesi, çalışmak, derse ya da araştırmaya yoğunlaşmak için ideal bir yerdir. Fransızlar, kurnaz girişimci hassalara sahip olmadıkları için, koca yerleşkede yalnızca bir adet kahve bulunuyor. Oysa her yanını büfeler, kahve zincirleri, yeme-içme mekânlarıyla donatsalar ne paralar kazanırlar haberleri yok! Sitenin sabit bir tiyatro topluluğu ve bir senfoni orkestrası da var. Özellikle tiyatro, düzenli olarak oyunlar sergiliyor.
Bir Güney Afrika dans topluluğunu seyretmek üzere site tiyatrosuna gelmiş bulunuyoruz. Via Kathlehong Dance topluluğu, yoksulluğa, toplumsal sorunlara sanatla direnmenin mücadelesini veriyor. İşsizlik, toplumsal gerlimler ve elbette bir Apartheid geçmişiyle mücadele eden, HIV taşıyıcılığı ve asayiş bozukluğu bakımından da dünya rekorları kıran Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, kültür yaşamını canlı tutmanın da zorlu bir iş olduğunu, program dergisindeki kısa söyleşiden okuyoruz.
Via Sophiatown adlı gösterinin ve topluluğun sanat yönetmeni Buru Mohlanbe Via Sophiatown’ı esinleyen koreografinin temelini iki dans çeşidinin oluşturduğunu açıklıyor: Birincisi Gumboot adındaki iletişim kodu, diğeri Pantsula adı verilen bir ifade biçimi. Gumboot, Anvers’teki kuyumcuların vitrinlerini, oradan da kibar hanımların parmaklarını, boyunlarını, kulaklarını süsleyen pırlantaları çıkarmak için, madenlerin en sefil koşullarında çalışmak zorunda olan kölelerin, aralarında iletişim kurmak için icat ettikleri bir yöntem. Zira kölelerin birbirleriyle konuşmaları yasaktı. Ayaklarındaki kauçuk çizmelerin ve onların üzerlerindeki zincirlerin seslerini düzenli kodlar haline getirip iletişim kurmanın yollarını bulmuşlardı. Gumboot, zamanla bir dans halini almıştır. Diğer yandan, yine sürekli evrim geçirerek gelişen bir diğer dans da, Johannesburg’un yoksul mahallelerinden yayılan Pentsula’dır. Salt bir estetik tasarım olmanın ötesinde, Pentsula, bir dans, moda, müzik ve politika karışımı olarak karşımıza çıkıyor. Dansın nasıl tarihi, insanı ve toplum belleğini en iyi taşıyan mecra olduğu, bir kez daha Via Kathlehong Dance’in gösterisinde ortaya çıkıyor. Profesyonel ölçülerde gelişkin bir salonu, bir yurt yerleşkesinde bulmak şaşırtıcı ve Türkiye’deki herhangi bir ‘öğrenci yurdu’nu düşündüğümüzde epeyce üzücü oluyor. Gösterinin başında seyircilerden üç dakikalık bir dikkat rica eden bir görevli, Fransa’da son zamanlarda sıcak tartışma konularından bir olan, devlet-destekli kültür kurumlarındaki birçok çalışanı eğretileştiren sözleşmeli rejimin tehlikelerinden bahsediyor. Küçük, dozunda, dikkat çekici, amacına tam hizmet eden bir protestoyla başlamak, seyirciyi de ardından gelecek dans gösterisine bir anlamda hazırlıyor. Topluluk dört erkek dört kadın dansçıdan oluşuyor. Başlangıçta özellikle kadın dansçı bulmanın güçlüğünden bahseden yönetmen, zaman içinde bu sorunun üstesinden gelmeyi başardıklarını ekliyor. Sahne üzerinde ayrıca iki müzisyen de yer alıyor: Bir elektronik klavye çalan piyanist, bir bariton saksofuncu, bütün gösterinin müzikal yükünü sırtlayabilmişler. Oyuncular/dansçılar sahneye sırayla ellerinde valizlerle çıkıyorlar. İlk anda dikkatimizi çeken bir özellikleri, sürekli güler yüzlü olmaları. Bu, anlamsız, boş, hatta yanıltıcı bir show-business gülümseyişi değil; son derece samimi, seyirciyi hemen ele geçiriveren, sıcak, insani bir gülümseme; gülmeye çeyrek kalmış bir gülümseme. Dikkatli seyircinin duyarlı bakışı, bu gülümsemenin içindeki gizli acıyı hisseder, ama onun bir acı promosyonunun ucuz priminden yararlanmayı zûl gördüğünü de sezer. Bu güler yüzlü tavır, bir saat on dakikalık gösterinin sonuna kadar varlığını devam ettiriyor.
Via Sophitown, Johannesburg’un Apartheid öncesi dönemde yoksul ama mutlu bir mahallesi olan Sophiatown’ın öyküsünü anlatıyor. Büyük çoğunluğu zenci olan, ama Çinli ve melezlerin de aralarında bulunduğu geniş bir yoksul insan topluluğu, dostluk ve müziğin hüküm sürdüğü bu bölgede yaşarken, Apartheid politikası sonucunda en çok dışlanan, böylece daha yoksullaşan insanların yurdu haline gelir. Her sahnede fona yansıtılan dönem fotoğraflarıyla desteklenen gösteride, dansçılar, baş döndürücü bir enerji, akıllara sezâ bir beden kullanımı becerisi sergiliyorlar. Üstelik bu performans başından sonuna kadar devam ediyor; ayrıca şarkı da söylüyorlar. Beden, kapanan, kapalı bir dünya anlayışını, taassubu simgeleyen gizli ve kutsal bir nesne olacağına, tersine, isyanın kamusal alanı haline dönüşüyor. Eklemleri yerlerinde çıkacakmış gibi denetimsizmiş gibi görünen dansçılar, aslında son derece disiplinli bir çalışmanın meyvelerinin kanıtlarını sunuyorlar. İsyan ederken de hayata sevinçle bakabilenler, kazandıkları mücadelenin değerini de en iyi bilenler oluyor. Beden, sakınılması gereken, ayıbın, günahın tapınağı değil, özgürlüğün, insani temasın meydanı haline geliyor. Cinselliğin dışavurumu, incelikle ama doğadan gelenin taassup filtresinden dökülmeden, samimi, dürüst, insani bir şekilde ortaya çıkıyor. Ama böyle bir doğal estetiğin ne bayağılığa ne tüketim sarmalına yozlaştığını görebiliyoruz. Oysa acı marketing’inde hatırı sayılır bir yere sahip Türkiye’de, cinselliğin söylemi, ya birinden ya diğerinden, genellikle ikisinden birden besleniyor.
Sophiatown, 1950’lerde başlayan isyan hareketlerine ev sahipliği yaptığı için, Apartheid yönetimi tarafından 1955 yılında dağıtılıyor. O güne dek iç içe yaşamış farklı gruplar, etnik temelde ayrıştırılıp Johannesburg’un çeşitli bölgelerine dağıtılıyorlar. Kimileri ‘Johanna’nın dışına, uzağa sürülüyor. İsyanlar sırasında ölenler, yaralananlar elbette var. Müzmin yoksulluğun yanına bir de dışlanma, aşağılanma, köleleşme çentikleri atılınca, Güney Afrika, bir acı sahnesi haline geliyor. Ama bu acıdan hem isyan ve kararlı bir mücadele hem eşsiz bir estetik damıtmayı becerebilen bir kültür doğuyor. Via Sophiatown eğlendiren, düşündüren, tarih bilincini, geçmiş kuşakların mücadelelerini, ölenlerin anılarını harman edip hayranlık uyandırıcı bir gösteriye dönüşebilen ilginç bir bileşim. Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil “acıyı bal eylemek” sözünün telif hakkına sahiptir. Ancak, acıyı bal eylemenin kolay iş olmadığını, duygu sömürüsü, acındırma, iktidar alkışçılığı ve en önemlisi sürekli unutmadan mustarip (nisyan ile mâlul) bir zihniyet üzerinden hiç başarılamayacağını, ancak tarih bilinci (hamâseti değil bilinci!), yaşama sevinci, çalışma, üretme ve varlığıyla barışık olma koşullarıyla mümkün olabileceğini bize acı bir ders olarak hatırlatıyor.
Gösterinin sonunda, bütün etkileyiciliğine ve barışçı tavrına rağmen ırkçı önyargılarımdan kurtulduğumu söyleyemeyeceğim; hatta tersine, önyargılarım pekişiyorlar: Evet siyah ırk… üstün ırktır!