Sanatçı kavramının sayısız tanımı yapılabilir. Hele Türkiye’deki gibi, her kamusal görünürlüğü olan icracının kendisine ‘sanatçı’ ünvanını bol keseden atfedebildiği bir toplumsal ortamda, kavramın içeriği epeyce boşalmış demektir. Neyin sanat olduğu konusu, çağlara, toplumsal-tarihsel koşullara, zamanın ruhuna göre değişen bir tartışmadır. Her ne kadar belli bir dönemde sanat alanının aktörleri (tasarımcı, icracı, eğitimci, örgütleyici ve tüketici) kavramın tanımını genellikle sıkı bir çerçeveye koysalar, onun bazı evrensel estetik ölçütleri olduğunu düşünseler de, sanat, sanatseverleri hüsrana ve öfkeye sürükleyecek acı bir gerçekliği özünde barındırır: Sanat, belli bir toplumda, belli bir zaman da, genel bir oydaşma sonucunda adına ‘sanat’ denen şeydir! Dolayısıyla sanatın tanımı bir toplumsal uzlaşma meselesidir. Kimse zamanda, mekânda, kavramda sanatın tanımını sabitleme tekelini elinde tutamaz. Zira sanat, salt estetik bir tasarım ve bunun somutlaşma zeminlerinin ötesinde bir kavramsal atıf alanıdır. Bu alanı oluşturan bileşenler yalnızca teknik unsurlardan oluşmazlar. Ayrıca ‘sanatçı’ olarak nitelenen aktörlerin sıra dışı, olağanüstü, dâhiyane, özgül buluş ya da yaratımlarının sonucu da değildirler. Sanatçının yaratıcı gücü, toplumun genelinden farklı bir seziş ve soyutlama becerisi kuşkusuz göz ardı edilemez. Ancak sanatı mümkün kılan yegâne vektör sanatçının kişisel istisnailiği değildir. Sanat ve sanatçı, bir toplumsal-ekonomik bağlamın, üretim ilişkilerinin örgütlenmesi sürecindeki estetik soyutlamaların doğal sonucudur. Sanatçı ve onun üslûbu, ancak onları var kılabilecek bir tarihsel momentumun içinde ya da onun sayesinde ortaya çıkabilir.
Müzikbilime ve sosyal bilimlere günümüzde hâkim olan kültür-ağırlıklı açıklama şemaları, mekanik belirlenim formüllerini aşma arzusuyla, bu kez ekonomik olanı neredeyse tamamen dışlayan bir kültürel özgüllük yönelimini dengesiz bir şekilde baskın kıldılar. O nedenle müzik olgularını anlarken tarihsel koşullara ya bakmıyor ya onları yalnızca kültürel-siyasal değişkenler kapsamında ele alıyoruz. Böylece, bir yenilik, bir yön değiştirme, bir çatışma, bir üslûp değişmesi çoğunlukla siyasi karar alıcıların, iradesi ya da kültürel özgüllüklerin tezahürü olarak kavramsallaştırılıyor. Oysa sanatın tanımı ve yönelimi, bu etkenler kadar, onları saran, onlarla diyalektik bir ilişki içinde gelişen üretim ilişkilerini de dikkate almayı gerektirir. Bu bütünsellik olmadan yapılacak çözümlemeler, ister istemez sanatın dönüşümünü, kişilerin iradelerine ve tarihin tesadüflerine fazlaca havale eder.
Diğer yandan ‘sanatçı’ adlandırması, sanat icracılarının kendilerinin kendilerine sunabilecekleri bir paye değildir. Küçük ya da büyük bir topluluk nezdinde sanat etkinliğinde bulunan ve böylece yeterince değerli işler yapan kimse olarak nitelendirildiğimiz zaman ‘sanatçı’ oluruz. Sanatın, eleştirel, dönüştürücü, yenilikçi, çoğu zaman aykırı ifadeler kurabilmesi, onun değerini yüceltir. Ancak kültürün ikincil hâtta gereksiz addedildiği günümüz Türkiye’sinin toplumsal-siyasal ortamında, hem kendi kendine sanatçı payesi verenlerin enflasyonu, herhangi bir ahlâki kerteriz olmadan yaşanır, hem bizatihi kültür alanı fevkalâde indirgenmiş pop-kitsch üretimlerden ibaret sanılır, hem her fırsatta sanatçının, politik aktör ve söylemlerin mütehakkim ipoteği altında olduğu ona hissettirilir. Bir kadının, genellikle ataerkil zihniyetin ona uygun gördüğü konumu aşarak kendini ifade ettiği her anda, ona hemen, handiyse refleks gibi, cinsel kimliği üzerinden saldırmakta olduğu gibi, sanatçıya da, iktidarla ya da egemen ideolojiyle hemfikir olmadığı durumlarda (sanatçının toplumsal işlevi çoğunlukla bu aykırılığı sergilemektir) sanatçılığının değeri üzerinden saldırmak âdettendir. Cinsel kimlik kadar etnik, dini, kültürel aidiyetler de aynı çapsız sapkınlıktan nasiplerini daima almışlardır. (“Bunlar zaten ahlâksızdır!”)
Son yıllarda, bu iyi bildik ve her zaman muhafazakâr duyarlılıkları, sığ kişilikleri kışkırtma gücü olan şema üzerinden sanatçılara yapılan saldırılar, Türkiye’de vak’a-yi âdiyeden olmaya başladı. Örnekleri sıralamak söz konusu olunca, Türkiye’nin gayet mümbit bir toprak olduğunu belirtmeye gerek bile yok. Bu saldırı şehvetinden nasibini fazlaca alan sanatçılardan birisi herhalde tartışmasız bir şekilde Fazıl Say’dır. Sanatçının esbâb-ı mûcibesi olan aykırılığı dile getirmek, ‘köyün delisi’ rolüne çıkmak, kültürün bunca basmakalıp ve karton yüzeysellikte algılandığı bir ortamda, elbette en tahammül edilmez özellik olacaktır. Nitekim Fazıl Say’ın içinde bulunduğu, içine çekildiği çatışmalar göz önüne alındığında, müzik-dışı tartışma konularının hızla sanatçının ‘sanatçılık’ niteliğine yönlendirildiği, üstelik bunu da hayatta sanatın en dış mahallelerinden bile geçmemiş ruhların yapmaya kendilerini ehil gördükleri düşünülürse, sanat kavramının ne denli sanat-dışı ölçülerle algılandığını açıkça görebiliriz. Tartışma konularının içerikleri, Fazıl Say ve benzeri durumdaki sanatçıların sav ve yöntemlerinin niteliği ayrıca bir tartışma konusu olabilir. Ancak, burada önemli olan sanatçının ‘sanatçı’ sayılıp sayılmamasının (“sanatçıymış! Sevsinler!”; “sanatçı müsveddesi!”; “batsın senin sanatçılığın!”, vb.), sanatın gücünden gizlice ama iliklerine kadar korkan bir zihniyetin değerlendirmesine tâbi olabilmesidir. Bu zihniyet, yalnızca sanal iletişimin maskeli cengâverliğinin ardına saklanan ‘küçük adam’ın ‘gayrı kâbil-i ıslah’ kompleksle malûl saldırganlığından ibaret olsaydı, hepimiz rahatlıkla bu trajikomik manzaraya güler geçerdik. Yine de faşizminin, bu grotesk sıradanlığın kapı ardında her zaman hazır beklediğini unutmamız gerekir. Ancak bu zihniyet, kültürü boş böbürlenmeden, tarihi şovenizm sosuna bulanmış basmakalıp menkıbeler toplamından, sanatı da evcilleşmiş tekrar icralarından ibaret gören siyasi bir yönelimin her düzeydeki aktörleri tarafından dile getirildiği zaman, bu hem toplumun önemli bir kısmına model sunar hem belli bir ideolojik tavrı teyid eder. Bu ideolojik tavır ise sanıldığı gibi, mutlak anlamda muhafazakâr bir duruşu değil (çünkü gerçekte, ölçüsüzce para kazanma hırsının ateşiyle, hiçbir birikimi ‘muhafaza’ etmeye niyeti yoktur), neo-liberal köksüzlüğün, kısa vadeli kazanç temelli ölçüsüz esnek ahlâkını yüceltir. Paranın egemenliği hem ‘paran kadar konuş’ anlamına gelir, hem ‘para kadar uçucu ve gösterişli’ anlamına.
‘Sanatçı’ ünvanını kendine atfedenler değil de, Fazıl Say gibi, eserleriyle onu doğal olarak hak edenlerin izlemeleri gereken en doğru yol üretim olsa gerek. Ziya Paşa’nın o bir çeşit atasözü haline gelen beyti, bugün herkesin sözde bildiği ama bunca akışkan ve üretken olmayan para akışına dayalı dünyada en çok gerçekleştiremediği şeyi bize hatırlatmıyor mu? “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Fazıl Say, başka nedenler bahane edilerek sanatçı kimliğine en çok saldırılan sanatçılardan biri olarak, üretimin insanı en güçlü kılan en önemli silahı olduğunu en iyi kanıtlayanlardandır. Burada her birini zikretmenin gereksiz olacağı sayısız ve birbirinden farklı üretimlerinin yanına yeni bir çentik daha atmış bulunuyor: A Capella Boğaziçi topluluğuna verdiği destek, beş akıllara sezâ gencin yetenek ve azmiyle birleşince ortaya müthiş bir albüm çıkmış. Eurasian Tales başlığını taşıyan CD’yi yayınlama öngörülülüğünde bulunan Eqıinox müzik de ayrıca kutlanmayı hak ediyor.
A Capella Boğaziçi, son yıllarda kamuoyunda belli bir tanınırlığa sahip olan Boğaziçi Üniversitesi Caz Korosu’ndan türeyen, o verimli yuvada aldıkları ivmeyle, mezuniyet sonrası yaşamlarında, müziğe en azından yarı-profesyonel düzeyde giren beş parlak genç insanın olağanüstü başarı öykülerinin somutlaşmasıdır. Seren Akyoldaş (soprano), Ezgi Arslan (alto), Kaan Bayır (tenor), Recep Gül (bariton) ve Ali Göktürk (bas), A Capella Boğaziçi’nin enerjik, üretken ve yetenekli solistleri olarak, Eurasian Tales’in, Türkiye’nin mevcut kültür ortamına iki numara büyük gelen bu esere imza atmışlar. Her biri üniversite yıllarında farklı uzmanlık alanlarında eğitim almış, sonrasında ise müzik ağırlıklı bir yaşama adım atmış genç insanlar. Soprano Seren Akyoldaş, tenor Kaan Bayır ve bariton Recep Gül, lisans eğitimlerinin sonrasında müzik eğitimi almaya yönelmişler. Bas Ali Göktürk ise çocukluk yaşlarında müzik eğitimi almış (İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Piyano Bölümü). Akyoldaş İtalya’da Scuola di Musica di Fiesole’de şan çalışmalarına devam ediyor. Bayır İstanbul Ünivertsitesi Devlet Konservatuarı Müzikal Bölümü’nde ikinci yılını bitirmiş. Gül University of Michigan’dan kompozisyon bölümünde doktorasını tamamlayıp İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı’nda öğretim elemanı olarak çalışıyor. Bu arada hepsinin hem lisans hem lisansüstü düzeyde başka uzmanlıklarının olduğunu da eklersek (tarih, batı dilleri, işletme, matematik, genetik) ne baş döndürücü bir dinamizmle karşı karşıya olduğumuz bir kez daha vurgulanmış olur. Zaten albümün her notasına yansıyan, handiyse fiziki ve ses sınırlarından fışkıran enerji, ancak böyle bir çokboyutluluk ve üretkenlikle açıklanabilir. Caz korosu, hele a capella caz korosu, üslûp, kompozisyon dokusu, ritmik yapısı itibariyle her dinleyicinin kolaylıkla uyum gösterebileceği bir müzik biçimi değildir. A Capella Boğaziçi, popüler olanın bildik kalıplarını, sıradanlığın vasatlığına düşmeden, çağdaş sanatın sorgulayıcı sürprizli yanını ise ölçülü bir şekilde, zarftan çok mazrufu önemseyerek bileştiriyor.
Eurasian Tales, A Capella Boğaziçi’inin yolunun Fazıl Say’la kesişmesinin sonucunda ortaya çıkmış sıra dışı ve emek-yoğun bir çalışma. Bu noktada tekrar sanatçı kavramına geri dönerek, Fazıl Say’ın girişimini ayakta alkışlamak gerekiyor. Zira, birçok sanatçı gibi salt icraya dayalı bir kariyeri, güvenli sularda seyrederek başarılı bir şekilde sürdürmeyi tercih edebilirdi. Bu yolu tercih eden sanatçılara saygımız bâki kalarak, Fazıl Say’ın sürekli, üstelik birbirinden farklı hatlarda, yeni girişimlere öncelik etmesinin, öncü sanatçının gerçek niteliklerini göstermesi açısından çok anlamlı olduğunu belirtmeliyiz. Sanatçının toplumsal sorumluluğu, yalnızca doğrudan siyasi tartışmaların içine girmek değil, aynı zamanda, hatta belki daha ziyade, dönüştürücü, eleştirel, öncü sanatın gelişmesine destek vermeyi içerir. İcralarını dinlediği A Capella Boğaziçi’ni bir işbirliğine çağıran Fazıl Say, ona kolaylıkla çok daha fazla getirisi olabilecek etkinliklerden azalttığı zamanını, bu coşkulu genç insanlara ayırmayı uygun görmüş; iyi de etmiş. İkbal endişesinden, yeterince şahsiyetli durma dirayetinden yoksunluktan, sanat anlayışındaki yüzeysellikten vb. egemen ideolojinin emrine giren nice ‘sanatçı’nın cirit attığı bir ortamda, Fazıl Say’ın girişimi çok daha değerli ve saygın hale geliyor.
Eurasian Tales, sekizi Fazıl Say’ın çeşitli eserlerinden bölümler olan dokuz parçadan oluşuyor. İlk parça Say’ın Viyolonsel ve piyano için Sonat’ının 4. Bölümü (Bodrum). İkinci sırada Kemani Sebuh’un Kürdilihicazkâr Longa’sı yer alıyor. Diğer eserlerin tamamı Fazıl Say’a ait ya da onun yeniden düzenlediği parçalardan oluşuyor: Op.12, 3 Ballades, No.1 (Nâzım); Op.5e, İlk Şarkılar (İstanbul’u Dinliyorum); Op.12, 3 Ballades, No.3 (Sevenlere Dair); Say/Gershwin, Summertime Variations; Jazz Phantasy (Paganini Jazz); Op.12, 3 Ballades, No.2 (Kumru); Jazz Phantasy, Mozart Alla Turca Jazz. Her birini, bir diğerinden farklı koral kompozisyon mantığıyla, her defasında yeni bir yaratıcılık rengiyle düzenleyen Recep Gül, özel bir takdiri hak ediyor. Sürekli yeni ince buluşlar, tekrardan hoşlanmayan, dinleyiciye, ama öncelikle kendilerine sürprizler hazırlayan bir topluluğun kompozisyon beyni olarak, Gül, alışıldık olanın dışında yeni motifler, yeni birlikte söyleme biçimleri yaratmakta hiç sıkıntı çekmiyor. Belki ortak yaşam kodları bulma konusunda ciddi anlamda zorlanan bir toplumda, A Capella Boğaziçi’nin bu ortaklık ve uyuma dayalı buluşları esin verici olur. Zira onların uyumu, mutlak bir armonik erimeden ziyade karşıtların çatışmalı bütünleşmesine dayanıyor. Özellikle soprano partilerinin kaygan, sivri, ele avuca gelmez karakteri, uyumun mutlaka mükemmellik ve hiyerarşik dizilme şeklinde olmayabileceğini bize çarpıcı bir şekilde anlatıyor. A Capella Boğaziçi, bir çağdaş müzik topluluğunda bulunması gereken bütün vasıfların bulunduğunu ifade edebiliriz. Yenilikçi, bildik olanla yetinmeyen, popun tuzağına düşmeyen, ancak entelektüalizmin kısır döngüsüne girmeyi de reddeden bir tavır, topluluğu saygın bir konuma yerleştiriyor. Ayrıca A Capella Boğaziçi, Türkiye’de müzik çevrelerinde uzun yıllar yapılmış, müzik insanlarına fazlaca zaman ve enerji kaybettirmiş, ama bugün artık çoktan anlamsızlaşmış tartışmalarıı da atlayarak yeni bir Türk müziği amalgamı damıtmayı da başarıyor. Böylece bildik gerilim hatlarının aşılmasına da ciddi katkı veriyor. Halk müziği, makam müziği, Batı müziği gibi ayrımların anlamsızlaştığı bileşimler, tekseslilik-çokseslililk tartışmalarının aşılmasının getirdiği yeni ifade araçları, popüler olanla sanatsal olanın incelikli bir zarafetle buluştuğu yeni bir düzlem, Eurasian Tales’te keşfettiğimiz en önemli özellikler gibi görünüyor.
Sanata ve sanatçıya sürekli ve git gide fütursuzlaşan bir saldırının meşrulaşmaya başladığı bir toplumsal-siyasal ortamda, Fazıl Say, sanatçının sorumlulukları hakkında çarpıcı bir ders veriyor. A Capella Boğaziçi ise, çalışma ciddiyeti, ortaya koyduğu nitelik, bileşimini yaptığı müzikal dokuyla bu boğucu ortamda bir havalandırma deliği açıyor. Hepimizin bu sese kulak kabartması gerek: Boş ve zekâ yoksunu konuşanları dikkate almadan üretmeye bakmalıyız. Geriye kalacak olan üretimdir; eserdir.