Türk müzik dünyasının büyük isimleri son birkaç yıl içinde ardı sıra bu dünyayı terk etti. Kuşkusuz insan yaşamı sınırlı bir süreçtir; doğumlar ve ölümler bu dünyadaki var oluşun doğal bir parçasıdır. Kimisi kısa sayılabilecek ömrüne çok sayıda ve büyük eserler sığdırıp genç yaşında ölür; kimisi daha şanslıdır; uzun bir ömür sürer. Ancak yeryüzündeki bu kısıtlı serüvenimizde önemli olan bu küçük zaman dilimini nasıl değerlendirdiğimizdir. Kimileri uzun bir ömür sürüp dünyaya, insanlığa anlamlı bir eser bırakmadan yok olup gider. Toplum hayatının her alanında bu kalıcılık-geçicilik gerilimi elbette mevcuttur; ancak özellikle bilim ve sanat alanları, kalıcı ve insanlığa mâl olmaya aday eserlerin verilebileceği etkinlik türleridir. O nedenle en değerli üretim düzlemleri olarak kabul edilirler; zira kalıcı eserler bırakmak bir anlamda ölümsüzlüktür. İnsanın yeryüzündeki var oluş sürecinde yaptığı her eylem (en sıradan gündelik olanından en sıra dışı ve yüce olanına kadar hepsi) ölümsüzlüğü arayış çabalarıdır. Bir ağacın gövdesine adımızı ya da sevdiğimizin adını kazırken, eserimizin kalıcı olmasını arzularız. İnsan eylemlerinin çok büyük çoğunluğu, bu niyete rağmen kalıcı olamaz. Bir insan, onu hatırlayan son insan öldüğünde mutlak yok oluşun karanlığına düşer. Sanatçı, bu yazgıya en özgün üretimlerle direnen kişidir. Sanatçı, ölümsüzlük arayışlarının en ayrıcalıklı figürü olarak düşünülebilir. Hem uzun ömür sürme hem değerli eserler bırakarak yeryüzünden göçmenin bir ayrıcalık olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte, kısa yaşayan ancak sanatsal yoğunluğu yüksek eserler bırakan insanların adları da insanlık tarihinde ayrıcalıklı yer işgal eder. Örneğin bugün Epik Tiyatro dediğimiz zaman, Bertolt Brecht ile birlikte hemen akla gelen besteci Kurt Weill’dır; elli yıllık görece kısa ömrüne, göstermeci tiyatrodan haberi bile olmayanların diline takılan besteler bırakmış olmanın onurunu sığdırmıştır. Daha önceki çağlarda çok daha kısa yaşayıp insanlık belleğine unutulmaz eserler nakşeden nice besteci olmuştur. Otuz altı yıllık ömrüne bütün müzik tarihine bedel, altı yüzden fazla eser sığdıran Mozart, kuşkusuz en olağanüstü örneklerinden biridir. Frédéric Chopin, Romantizm’in billurlaşmış hâli olan bütün bir piyano külliyatını otuz dokuz yıllık ömrüne sığmıştır. Bununla birlikte bazen tek bir eserle ölümsüzlüğe ulaşan sanatçılar da vardır. Birçok besteci Stabat Mater bestelemiş olmasına karşın, bu oratoryo biçiminin neredeyse adıyla özdeşleşmiş olan eserini bestelemiş olan kişi yirmi altı yaşında (Chopin gibi) veremden ölen Giovanni Pergolesi’dir. Ömrün süresi, üretimin niteliği gibidir; görelidir. İnsan ömrünün değerli kılınması, onun birim-zamanına hangi nitelikte eylemleri sığdırdığımızla yakında ilgilidir. Uzun ömür sürüp nitelikli üretimle ölümsüzlüğü yakalayan besteci Muammer Sun da tarihin ayrıcalıklı kişileri arasında yerini almıştır.
CUMHURİYET VE MODERNLEŞME SÜRECİ
Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli bir dönüm noktası olan Cumhuriyet dönemi, askeri-siyasi bir başarının üzerine inşa edilmiş bir kültür çevresini mümkün kılmıştır. Bu süreç, her devrimde olduğu gibi, çağının ilerisine geçen uygulamaları içermiştir. Ancak devrimin ateşli ilk ivmesinin yavaşlamasının ardından Cumhuriyet’in anlamlı kazanımları belirginleşmiştir. Cumhuriyet’in kültür yapılanması, birçok alanı içermekle birlikte, sanat üretimini öncelikli ve ayrıcalıklı kılmıştır. Müzik üretimi ve kavramsallaştırması, Cumhuriyet’in yalnızca bir estetik temsil alanı değil, bir anlamda ruhunun izdüşümü gibi okunabilir. O nedenle, Cumhuriyet rejiminin müzik anlayışı ve politikaları, zaten iki yüzyıldan beri sürmekte olan modernleşme sürecinde yön verici bir nitelik taşımaktaydı. Yeni bir müzik tasavvuru, aslında bir anda Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmış değildi; yenilikçi fikirler, geçmişin sistemli bir şekilde envanterinin çıkarılma çabaları, kuramın standartlaştırılmış araçlarla yeniden yazılması, geleceğe yönelik özgün bileşimler yapmayı hedefleyen projeler vb. eğilimler, modernleşme çabalarının tezahürleri olmuştur. Modernleşme çizgisini salt seçkinci bir toplumsal proje, müzikteki değişmeyi yalnızca Avrupa müziğinin Türkiye’ye doğrudan ithal edilmesi olarak abartılı bir indirgemecilik çerçevesinde görmek isteyenler, ne tarihsel sürekliliğin ekonomik altyapısını yeterince izleyebilmekte ne toplumsal değişmenin reformcu hareketlerle oluşturduğu diyalektik akışın bilimsel bir değerlendirmesini yapabilmektedirler. Oysa konu çok boyutlu, karmaşık, her durumda diyalektik bir sürecin ürünüdür. Operanın Osmanlı topraklarına getirilip halk nezdinde ‘tutma’dığını iddia etmek, modernleşme sürecini yalnızca bu tür karikatürleştirilmiş olgularla sınırlamak, bu büyük tarihsel tablonun tamamını gözden kaçırmak anlamına gelir. Müziğin modernleşmesini anlamak için asıl dikkat edilmesi gereken boyut, bizatihi bu toprakların müzik birikiminin kendisidir. Bu konu ayrı bir tartışmayı hak etmekle birlikte, Cumhuriyet müziğinin, bu dönüşümden ayrı bir olgu olmadığının altını çizmek gerekir. O nedenle, zannedildiği, hatta bizatihi Cumhuriyet’in müzik tasavvurunu şekillendiren yöneticilerin inandığı gibi, makam müziği, yeni müzik anlayışında tamamen dışlanmış değildir. Kuşkusuz icra, repertuvar, anlam ve toplumsallaşma çevresi bakımından, makam müziğinin kamusal varlığı, Cumhuriyet döneminde epeyce marjinalleştirilmiştir. Ancak, yeni şekillendirilmeye çalışılan müzik anlayışı, mutlak anlamda makamsal düzenden sert bir kopuş anlamına gelmemiştir. Cumhuriyet’in müziğine en köktenci şekilde inanmış kurucu bestecilerin söyleminde bile makam çeşnileri ve en önemlisi, makam kuramı izdüşümleri mevcut olmuştur. Genel yönelim Anadolu ses malzemesinin işlenmesi olsa da makam müziğinin temel bileşenleri daima bu yeni müziğin içeriğinde vardı. Zaten halk müziği olarak ayrıştırılan Anadolu ses malzemesi de sanıldığı kadar makam müziğinin karşı-imgesi değildir; tersine, içinde, ondan çeşitli biçimlerde unsurlar barındırır. O nedenle, halk müziğini kerteriz alan Cumhuriyet müziği, adı konmamış olsa da makamsal yapı, hatta kimi zaman ruh üzerine kurulmuştur. Muammer Sun, bu gizli diyalektiğin farkında olan, çok boyutlu bir besteci olarak Türkiye’nin müzik tarihinde çok özel bir yer işgal edecektir.
NEYİ TEMSİL EDİYOR?
Muammer Sun, eğitimi ve meslek hayatı bakımından değerlendirildiğinde, bileşimciliği yalnızca yaptığı müzikte değil, hayatının bizatihi kendisinde tanımlanabileceği bir bestecidir. Sun, Cumhuriyet’le ivme kazanan müzik hayatının birinci kuşağının öğrencisi olan yetenekli halk çocuklarından biridir. Cumhuriyet, en yoksul kesimlerden gelip eğitim sayesinde yüksek mevkilere gelebilen çocuklara yol açan bir rejimdir. Bu özelliği, günümüzün acımasız piyasacı politikaları içinde tamamen yok olmadıysa da önemli ölçüde azalmıştır. Artık eğitim sistemi, değişim değerini öne çıkaran, vatandaşın müşteriye dönüştüğü çatışmalı bir ortama dönüşmesini teşvik eden bir niteliğe bürünmüştür; yoksul çocukların devlet desteğiyle nitelikli eğitim almaları git gide zorlaşmaktadır. Ancak asla iktidar boşluğu olmaz; eğer devlet bir kamu hizmeti olarak bu işlevini yüklenmezse, onun yerini bir takım ideolojik-yönelimli cemaatler alacaktır. Türkiye de bu sorunu çok somut ve vahim bir şekilde yaşamaktadır. Dinsel cemaatlerin eğitim-kültür anlayışının sığlığı ve çağdışılığı, elbette Cumhuriyet’in başarısının tam aksi yönüne doğru giden bir çölleşmeyi tetiklemiştir. Laiklik ilkesi ekseninde düzenlenen bir kamu hizmeti anlayışı ise, fırsat eşitliği ve liyakati öne çıkarmak için gerekli olan bir mancınık etkisi yaratır. Muammer Sun ve benzerleri, günümüzde bir metastaz gibi toplumu ele geçiren cemaatçi istilanın ortaya çıkardığı robotumsu insan tipinin (Meclis binasını bombalamak, halka ateş açabilmek, masum insanlara vicdansızca kumpas kurabilmek, benzerleriyle dayanışmak adı altında adaletsizliğin binbir çeşidini meşrulaştırmak, vb.) karşı tezini oluşturur. Kamu hizmeti, ticari bir etkinlik ve ideolojik bir kamplaşma olduğu zaman ne olacaksa, Muammer Sun bunun tam zıddıdır; zira Cumhuriyet’in laiklik ve bilim temelindeki eğitiminin ürünüdür. İçe kapanma ideolojisi nefret büyütürken, Cumhuriyetçi liyakat anlayışı birlik ve sevgi büyütür. Muammer Sun’un müziğindeki en temel unsurun insan sevgisi olmasının toplumsal nedeni de budur.
Muammer Sun, mütevazi bir aileden gelip temel eğitimini askeri okulda (Askeri Muzıka Okulu) alabilme fırsatına sahip olmuş bir müzik insanıdır. Cumhuriyet’in kültür programının ruhunu kavramış bir sanatçıdır. İlkokuldan sonra öğrenimine devam edememe tehlikesi yaşamıştır. Meslek sahibi olmak için berber çıraklığına devam ettiği bu dönemde, hayatın acımasızlığı içinde rahatlıkla kaybolabilecekken hayatının yönünü değiştiren olay, askeri okula kabul edilmesi olmuştur. Askeri Muzıka Okulu, kökleri Donizetti Paşa’nın kurduğu eğitim sistemine kadar giden bir kurumdur. Nitekim adındaki ‘muzıka’ (ya da mızıka olarak telaffuzu) İtalyanca musica (müzik, musiki) kavramından başka bir şey değildir. Yalnız askeri okullar değil; Cumhuriyet’in birçok benzer eğitim kurumu, yoksul çocuklarının iyi yetişip donanımlı bireyler olmalarını sağlayan, bunu yaparken onlara her türlü sosyal güvenceyi de sunan kurumlardı. Türkiye’de kamucu politikaların yerini piyasacı taşra taciri zihniyeti aldıkça, eğitim bir kamu hizmeti olmaktan çıktı. Güvencesiz, yoksul, dayanaksız çocukların eşitlikçi ve laik bir düzende eğitilmesine yönelik sistem terk edildikçe, bu işlevleri ideolojik-yönelimli karanlık zihniyetli gruplar almaya başladı. Bugün Muammer Sun benzeri değerlerin kolay yetişmemesinin en önemli nedeni piyasacı anlayışın kamu hizmetini terk etmesi, eğreti bir çalışma ve yaşama düzenini kurması, sosyal güvence sorumluluğunu, liyakat yerine bi’at düzenini yücelten grupçuklara havale etmesidir. Bedenin savunma sistemi çökerse, orada sayısız asalak ve zararlı organizma türemekte gecikmez.
ÇOK KATMANLI MÜZİKAL EVREN
Muammer Sun, Cumhuriyet’in birleştirici kültür potasında yetişirken, ayağını bastığı toprakların ne denli çok katmanlı olduğunu iyi idrak etmiştir. Askeri Muzıka Okulu’na 1946’da başlayan Sun, burada temel müzik bilgisi, armoni, çalgı ve bando tekniği gibi dersler alırken, aynı zamanda Kemal İlerici gibi, Türk Müzik tarihinin en özgün figürlerinden birinden makam müziği kuramı öğrenme şansına sahip olmuştur. Muammer Sun’un müzikal evreni, daha başından çok boyutlu ve çok katmanlı olarak örülmekteydi. Üstelik bu kaderin bir hediyesi değil, Muammer Sun’un bilinçli ilgisinin sonucuydu. Aynı bilinç, eğitimini daha üst düzeye çıkarması için onu 1953’te Ankara Devlet Konservatuarı’na yönlendirmiştir. Cebeci’de bir anlamda ‘partenon’a çıkmış, Türkiye’nin sanat müziği dünyasının kurucu isimlerinin öğrencisi olmuştur. Üstelik bu isimler aynı eğilimleri, aynı tür müzik anlayışlarını ya da benzer tipte bilgileri temsil edenler değil; tersine, Türkiye’nin kültür havzasının çeşitli bileşenlerini oluşturanlardır. Muzaffer Sarısözen, Ruşen Kam, Mithat Fenmen, Ferid Alnar gibi öğretmenlerle farklı müzik geleneklerini derinlemesine tanıma olanağına sahip olur. Ancak bu öğretmenlerin arasında Adnan Saygun onun hayatında ayrıcalıklı bir yer kaplayacaktır. Daha önce armoni okumuş olduğu için, bu konuda bilgili olduğunu düşünüp Saygun’un armoni dersine başlar. Sınıf arkadaşları Türkiye’nin müzik hayatını farklı renklerle zenginleştirecek besteciler olacaktır: İlhan Baran ve Cengiz Tanç. Muammer Sun bu derste bambaşka bir armoniyle tanışacaktır. Saygun onlara aynı zamanda geniş bir müzik kültürü, düşünsel yetkinlik ve farklı bakış açıları sunar. O nedenle, her biri farklı estetik düzlemlerde de olsa, müziklerinde bu çoğulculuğu, Anadolu kültür katmanlarının iç içe geçmiş zenginliklerini özümsemiş bir yaklaşımı yansıtmışlardır. Muammer Sun, bu efsanevi sınıfın hayatta kalan son öğrencisiydi; onun da gidişiyle bir dönem ve bir zihniyet dünyası kapanmıştır.
BASAMAKLI ÜRETİM
Muammer Sun’un müzik dili, onun Cumhuriyet’in kültür politikalarında eksik kaldığını düşündüğü bir halkayı tamamlamayı hedeflemekteydi: Sun’a göre, Cumhuriyet’in müzik eğitimi sistemi basamaklı bir yapıya sahip olmalıydı. En alt basamakta halkın amatör yönelimlerine hitap eden yerel kurumlar (halkevi, kamu müzik dershaneleri, vb.) olmalı, bunlar yaygın bir şekilde yurt sathına yayılmalıydı. Böylece kültür üretimi ve eğitimi yalnızca belli kentsel merkezlere ayrılmış bir etkinlik olmayacaktı. Bu birinci basamak müzik eğitiminin bir derece üzerinde bölge konservatuarları olmalı, amatör düzeyden belli bir yetenek gösteren öğrenciler bu kurumlara yönlendirilmeliydi. Nihayet Türkiye’nin en iyileri, en olağanüstü yetenekleri büyük kentlerdeki birkaç merkezi konservatuarda eğitim görecekti. Sun, Cumhuriyet uygulamalarının kısa sürede hız kaybettiğini, bu kademeli sistemin yapılandırılması yerine, neredeyse yalnızca seçkin eğitimi veren ana konservatuarların (hatta uzun bir süre tek bir okulun, Ankara Devlet Konservatuarı’nın) kurulduğundan şikâyet eder. Ona göre, bu dengesiz eğitim düzeni nedeniyle çoksesli müzik eğitimi önemli ölçüde seçkin bir nitelik arz etmiş, hasımlarınca da seçkinci olarak yaftalanıp halktan uzaklaşmakla itham edilmiştir.
Muammer Sun, müziğin eğitiminde olduğu gibi eserlerinde de basamaklı bir üretimi savunur. Ona göre halkın beğenisini çeşitli düzeylerde, daha yüksek nitelik beklentisine tedricen taşıyacak bir basamaklı üretim olmalıdır. Bazı eserler çağın öncü akımlarına uygun tasarlanabilir; ancak bütün müzik üretimi bu en üst düzeyde olmamalıdır. Halkın kültürünün nüvesini temel alarak adım adım karmaşıklaşan bir müzik anlayışı geliştirilmelidir. Bu üretim basamaklanmasında, aynı besteci farklı karmaşıklık derecelerinde eserler verebileceği gibi, besteciler bu basamaklardan birinde uzmanlaşabilirler. Üretiminin geneli değerlendirildiğinde, Muammer Sun’un, ilk basamak bestecisi olmayı, müziği halka en kolay hitap edecek şekilde kurgulayan bir sanatçı olmayı tercih etmiş olduğu görülür. Nitekim bu tercihi kendi de ifade etmiştir. Bununla birlikte orkestra kullanımında, çalgılama tekniğinde, özellikle büyük ölçekli eserlerindeki kompozisyon dokusunda yabana atılamayacak bir çokseslilik yoğunluğu gözlemlenir. Örneğin onun en özgün orkestra eserlerinden biri olan İzmir Rapsodisi hem yatay hatların çoğul eklemlenmeleri hem dikey armonik ilişkilerin karmaşıklığı açısından kayda değer bir özellik arz eder. Üstelik İzmir teması ekseninde, en azından Batı Anadolu topraklarındaki kültür çeşitliliğini yansıtan ardışık halk ezgilerinin ustaca birbirlerinin içine geçtikleri zengin bir kompozisyon dokusu sergilenir. Ancak bunlar yalnızca bugüne yansıyan halk müziği dağarından oluşmaz; bu usta işi kompozisyon ağının filigranında Karya, Lidya, Frigya, Grek, Roma ses dünyaları sessizce akıp gider.
ÖNCELİK İLK BASAMAĞA
Muammer Sun’un müzik üretiminin önemli bir kısmı, onun birinci basamak olarak adlandırdığı eğitime yönelik ya da kolay öğrenilebilecek eserlerden oluşur. Çeşitli kurumlar için yazdığı marşlar, okul şarkıları, basit çalgı eserleri hep aynı ülkünün parçalarıdır. Piyano ve küçük çalgı grubu (yaylı dördül) için yazdığı eserlerinde (örneğin Yurt Renkleri) ezgisel yalınlığın ardında armonik bir karmaşıklık gözlemlenir. Sun’un farklı ölçek ve türdeki eserlerinin ortak noktası, hepsinde az ya da çok mevcut olan imgeselleştirici karakterdir. Müzik, dinleyicinin hayal dünyasında imgeler hâlinde kolaylıkla şekil bulur. Bu açıdan, Sun’un müziğinin genetiğinde sinematografik bir nitelik olduğu ifade edilebilir. Attilâ İlhan’ın roman anlatım tekniği Muammer Sun’un müzik diliyle koşutluk içindedir. Benzer bir anlayış başka bir bileşimci estetik bağlamı inşa eden Yalçın Tura’nın müziğinde de mevcuttur. Nitekim her iki besteci de bolca film müziği bestelemiş kişilerdir. Müziğin içerdiği fikri en yalın şekilde ortaya koymayı hedefleyen bu yaklaşım, bestecinin ustalığını karmaşık dilde değil, basit olanı sıradışı bir şekilde kodlayarak inşa eder. Örneğin Harflerin Marşı’nda koroya eşlik eden orkestra ilk duyuşta tipik bir bando karakteri sergiler; ancak flüt ve pikoloyu beklenmedik bir kıvraklıkla oyuna dâhil eden Sun, bu alışıldık ses diziliminin üstünde şaşkınlık verici kelebekler uçurur. Muammer Sun’un kolay algılanır müziğinin sanatsal derinliğini iyi idrak edebilmek için dikkatli bir kulakla bu küçük inci tanelerini yakalayabilmek gerekir; zira Sun, bütün müziklerinde bu gizli ışıltılara yer verir. Duyabilmek için mutlaka eğitimli değil, ancak duyarlı kulak gerekir.
Muammer Sun bir mücadele insanıdır. Sanat üretiminde olduğu kadar sanat eğitiminin yaygınlaşmasında da her türlü çabayı göstermiştir. Koro kurulmasına ön ayak olmuş, derleme çalışmalarına öncülük etmiş, politik nedenlerle soruşturmalara uğramış, hapse girmiş, işsiz kalmış, ancak en kudretli olduğu zamanda Kenan Evren’e bildiğini dosdoğru söylemekten çekinmemiş bir insandır. Emekçi bir kökenden geldiği için emeği her değerin üstünde tutan, bir ses işçisidir. Her müzik öğrencisine rehber olan solfej kitapları yazmış, yayınevi kurmuş, kitap ve CD’ler yayınlamıştır. Doğru ve dürüst bir insan olması, onun en derin sevgiyle bağlı olduğu hocasına karşı bile eleştirilerini esirgememesine neden olmuştur. Kişileri ya abartılı bir şekilde göklere çıkarma ya tarafgir bir şekilde yerme alışkanlığının çok yaygın olduğu entelektüel ortamımızda, Adnan Saygun’u, olumlu yönleriyle takdir ettiği kadar kusurlarını da eleştirmekten kaçınmamıştır.
UNUTULMAZ İKİ ANI
Sıcak bir Ağustos gece yarısı İstanbul’dan otobüse biniyorum. Sabahın erken saatlerinde Ankara’ya varıyorum. Dostum, besteci, müzikolog Yiğit Aydın beni karşılıyor. Öğle saatlerinde, o zamanlar Bilkent civarında oturan Muammer Sun Hoca’nın evine misafir oluyoruz. Arkadaşım Ayşegül Yaraman ile birlikte 2000’li yılların başlarında yayınladığımız Biyografya adlı dizi kitap kapsamında Muammer Sun’la söyleşi yapacağız. Biyografya, her sayısında ya bir kişiyi ya bir dönemi konu alan, farklı yazarların tema kişiyi farklı yönleriyle yazdıkları bir yayındı. Biyografya’nın beşinci sayısının konusunu Adnan Saygun olarak belirlemiştik. Muammer Sun ise Saygun hakkında en ayrıntılı bilgileri verebilecek kişiydi. Bu vesileyle ismen ve eserleriyle tanıdığım Muammer Sun’la tanışıyorum; onur duyuyorum. Saygun hakkında, ama aynı zamanda Türkiye’nin müzik tarihi hakkında ilginç bilgiler verdiği tadına doyulmaz bir sohbet yapıyoruz. Konuşma sırasında hocasının bazen sevimli bazen garip kusurlarını açıklamaktan kaçınmıyor (örneğin Fransızca bir armoni kitabını karineyle çözmeye çalışan Sun, aslında kitabın Saygun tarafından tercüme edilmiş olduğunu, ama hocanın “çocuklar gidip kütüphaneden bakın” demediğini sitemle anlatıyor). Ancak konuşması sırasında Saygun’dan bahsederken birkaç kez boğazı düğümlenip gözleri yaşarıyor; onu ne kadar sevmiş olduğunu ifade ediyor. Çalışma odasında duvarda yalnızca Adnan Saygun’un fotoğrafı olduğunu belirtiyor. Duygulanıyoruz. Yurt Renkleri’nin Hande Dalkılıç yorumuyla CD kaydının kitapçığını nazik bir şekilde imzalıyor: “Sayın ALİ ERGUR için Dostlukla 2.8.03.” Gururla saklayacağım bir hediye. Yıllar içinde Muammer Hoca’yla birkaç kez görüştük. By-pass ameliyatı geçirdikten sonra yine Yiğit’le birlikte, bu kez Gölbaşı’ndaki evine geçmiş olsun ziyaretine gidiyoruz. Hayret dolu bakışlarım arasında umursamaz bir şekilde sigarasını tüttürüyor. Tanıyanların bildiği gibi, bedenine hor davranmakta beis görmeyen bir kişiydi. Oysa böyle insanların kendilerine iyi bakma sorumlulukları olduğunu düşünüyorum. Yine de onurlu ve üretken bir yaşamı seksen sekiz yaşına kadar sürdürdü. Ne mutlu bize! Babamın ölümünün birinci yıldönümünün hüznünü henüz üzerimden atamamışken, ertesi gün Muammer Sun’un ölüm haberini alıyoruz. Bir dev gibi görkemle göç ediyor.
Cumhuriyet’in çocuğu, belki de ona ihanet edenlerin bu niteliksiz dünyasında yaşamaktan vazgeçmeyi seçenler kervanına katılmıştır. Muammer Sun, emeğin incelikli bestecisi…
ALİ ERGUR
1 Şubat 2021, Denizli