Toplum hayatı, kalıplaşmış yapıların benimsenmesi ve yinelenmesi olarak özetlenebilir. İster doğanın döngü ve belirsizliklerine yakından bağlı toplayıcı toplulukları, ister karmaşık enformasyon toplumları söz konusu olsun, gündelik hayat, ana hatları belirlenmiş davranış ve düşünce kalıplarıyla örgütlenir. Kuşkusuz doğaya sıkı sıkıya tâbi olan insan toplulukları, tesadüflere, çevresel etkenlerin beklenmedik yönlendiriciliğine (en basitinden hava olayları nedeniyle), kaynaklara günübirlik erişimin belirsizliğine ve türlü tehlikeye açık bir hayat sürdürürler. Bu açıdan bakıldığında, modern toplum düzeninin en önemli özelliklerinden biri, Anthony Giddens’ın ifadesiyle ontolojik güvenliğin belli ölçüde sağlanmış olmasıdır. Modern dünyada, toplum hayatında hem birey bir hukuk öznesi, bir siyaset ve ekonomi aktörü hâline gelir, hem bir sistem olarak toplumun tamamı, önceden belirlenmiş kurallar, keyfî olmayan normatif çerçeve içinde düzenli bir bütün olarak var olur. Modern, birçoklarının zannettiğinin aksine, mutlak bir durum değildir; bir kez ulaşılıp sabitlenecek bir ülkü hiç değildir. Modern, sekülerleşme ve rasyonelleşme yönünde bir eğilimler toplamıdır; o nedenle modern, toplum hayatını aşamalı bir şekilde hesaplanabilir, öngörülebilir, sistemleştirilebilir birimler hâlinde tasavvur etmeyi, bunun sonucunda verimlilik ilkesi ekseninde ilişkiler dünyasını kurumlar dünyası içinde yeniden örgütlemeyi hedefleyen bir kültür mantığı olarak özetlenebilir. Böyle bir yaşam dünyası anlayışı ve yapısı içinde, toplum düzeni mümkün olduğunca kurumsal bir işleyiş olarak düzenlenir. Ancak kurallar, normatif yapı, bütün insan topluluklarında mevcuttur; modern dünyanın farkı, gelişkin, belirli (örneğin yazılı), kurumsal düzenlemelerle güvence altına alınmış, öngörülemezlikleri mümkün olduğu kadar dışlayan bir sistem sunmasıdır. Bununla birlikte, enformel, kısa ömürlü, hatta toplum ve yasa-dışı insan gruplarında bile (örneğin suç çeteleri, anarşist topluluklar, vb.), kısa sürede normlar oluşur. Norm, ihlal edilmesi hâlinde yaptırım uygulama gücüne sahip kuraldır. Toplum düzeni ancak bu normların ihdası ve yaptırımların denetimiyle mümkün olur. Özetle, toplumsal yapılanır. Yapısal ögeler, toplum hayatını öngörülebilir kıldığı için güven kaynağı oluşturur. Nitekim bir toplum, özünde güven sistemi üreten örgütlenme demektir. Güven sistemlerinin özü de adalet mevhumu ve ondan türeyen kurumsal yapı olarak nitelenebilir. Toplum hayatının düzenlilikleri yalnızca normatif yapı üzerinde oluşmaz; kültür üretiminin simgesel alanında örülür. O nedenle müzik, yapısal özellikleri nedeniyle, zaman ve mekâna kolaylıkla sızarak ilişkiler ve kurumlar dünyaları arasında bir bağ kurar; müzik toplumun imgesidir. Müzik, toplumu kurar.
Toplum hayatının düzenli akışı, bireylere bir yandan güven verir, eylemlerini normatif bir eksene göre ayarlamalarını sağlar, diğer yandan kuralların ve kurumların sürekli bir baskı ögesi hâline gelmesi, başkalarıyla (onlara tahammül ederek) paylaşılan düzenin, boğucu bir cendereye dönüşmesine yol açar. O nedenle her tür toplumsallaşma çevresi, aynı zamanda kuralları, geçici süreli de olsa askıya almayı amaçlayan bozma sahneleri kurar. Kuralların baskıcılığı, sağladıkları güvene rağmen sürekli olarak taşınamaz. Bu nedenle toplumsal alan, varlığını borçlu olduğu kuralları belli bir süre geçersizleştirecek veya daha az baskıcı hâle getirecek törensel anlara gereksinim duyar. Émile Durkheim, toplumun bir ortak bilinç hâli olduğunu vurgularken, bu bilincin (ya da vicdanın) gündelik hayatta sürekli olarak görülür olmadığını, istisnai taşma anlarında (extase) dışa vurulduğunu belirtir. Bu istisnai taşma (ya da cezbe) anları, bireylerin hem kuralların baskısından kısmen de olsa kurtuldukları hem topluluğa ruhuna veren o derindeki bilinci hissettikleri vesilelerdir. Diğer yandan, taşma anları, mevcut iktidar yapılarının sorgulandığı bir eleştiri sahası, ama aynı zamanda hükmedilmenin biriktirdiği hınç ve öfkenin kontrollü bir şekilde dışa vurulduğu, dolayısıyla muktedirler tarafından soğrulmasına yol açan bir supap mekanizması olarak da işlev görür. Toplum hayatının sıkıcı düzenliliğinin askıya alınması, aynı zamanda bir ödül sistemi olarak da çalışır; çalışmak, üretmek, boyun eğmek, tanrısal irade (ve onun yeryüzündeki temsilcileri) karşısında sürekli korkmak, acı ve çile çekmek, ister istemez hem bireysel hem toplumsal ölçekte yıkıcı olabilecek bir güç potansiyeli biriktirir. Olağanüstü anlar, toplumun yıkıcı potansiyelini yumuşak bir şekilde boşaltmanın da bir yoludur. Her durumda, gündelik hayatın istisnai anları, bireylerin göreli bir özgürlük deneyimledikleri, bununla birlikte toplum olmak için gerekli içsel itkiyi tazeledikleri zaman dilimleri olarak işlev görür. Bayramlar, dinsel ya da ulusal güdülü olsunlar, sonuçta, çekilen bir çile döneminin (çalışma, üretme, toprağı ekme, vb.) ardından gelen hak edilmiş bir hediye olarak yaşanırlar. Aç kalarak geçirilen oruç dönemi, şeker yenilerek geçirilen haz zamanıyla ödüllendirilir. Yıl boyu pek et yeme olanağı olmayan yoksul toplumlar ya da toplumların yoksul kesimleri, ancak kitlesel olarak kurban adamanın meşru olduğu bayramda bu besine kavuşabilirler; bu nedenle bu istisnai dönem, büyük bayram (Aid-el Kebir, Kurban Bayramı) olarak anılır. Yeni bir yılın başlangıcı, yeni umutların başlangıcı olarak kutlanırken, toplum hayatının sıkıcı boyutlarına katlanma olanağını sağlar. Diğer yandan, istisna anları kuralları gevşetse ya da askıya alsa da yine yapılanma eğiliminde olan olaylardır. Ancak bunların istisnailik dozu ve şekli, ilişkili oldukları kurumların baskıcılık derecelerine göre değişir. Dinsel, politik motifli bayramlar belirgin bir şekilde yapılanmış ritüeller olarak tezahür ederken, görece daha az örgütlenmiş toplumsallıkların oluşturduğu festivaller çok daha anlık gelişen, dolayısıyla öngörülemeyen bir dönüştürücü potansiyele sahip olaylardır; bu da iktidar sahipleri için en tehditkâr durumdur.
Kavramların tarihsel ve anlambilimsel farkları olsa da bayram, karnaval, festival benzer antropolojik ve sosyolojik işlevlere sahiptir. Bununla birlikte, günümüzde var kalmaya devam eden bu tür istisna dönemlerinin önemli bir kısmı tarım toplumu üretim biçiminden türemiştir. Bunların günümüzdeki deneyimlenişi ise, neredeyse salt eğlenceye, taşkınlığa, yeme-içmeye taşınmış sürümler hâlindedir. Tarım toplumlarının hasat sonrası bayramları, bugün eğlence dönemine dönüşmüştür. Tüketimi sürekli teşvik eden bir sanayi-sonrası üretim biçiminde, festivaller bir kapitalist etkinlik anlamına da gelirler. Bununla birlikte, ticari güdülerle organize edilseler bile, özellikle otoriter baskıcılığın arttığı dönem ve ortamlarda, festivaller karşı-duruş ve direnme biçimlerinin üretildiği toplumsal olaylara dönüşürler. Varlığının yegâne meşruiyet temeli demagoji ve otoriterlik olan iktidarlar, bu tür festivalleri ya yakından kontrol etmeye çalışırlar ya da onları büsbütün şeytanîleştirirler. Bütün bu direniş potansiyelini tetikleyen güç, kitlenin bir araya gelişinin yanında, özellikle müziğin kendisidir. Festivali inşa eden temel öge, zamana ve mekâna denetlenemez bir şekilde sızabilen müzik olarak tanımlanabilir. Müzik, o nedenle festivallerin vazgeçilmez kurucu ögesidir. Müzik, bu konumunda kendi zamansallığını kurar, mekâna hükmeder, insan ilişkilerini yeniden örgütler; mevcut yapıları sorgulayıcı bir güç hâline gelir. Müzik, polis’i (toplum düzeni) sorgular; yeni bir polis önerir; o yüzden doğası gereği politiktir.
Türkiye’nin 2000’li yıllar boyunca bir kültür çölleşmesi yaşamakta olduğu, bizatihi iktidarın temsilcileri tarafından bile (başka bir retorik içinde de olsa) itiraf ediliyor. Türkiye hızla hem fizikî anlamda hem kültürel boyutta hızla çölleşmektedir. Kültür ve sanat alanındaki üretimsizlik, mevcut ortamın güdüklüğü, sığlığı ve bayağılığı bir yana, otoriteye tapınma arzusu yoğunlaştıkça, iktidarın kamusal söylemi sağduyuyu, bilimi, vicdanı, ama her şeyden önce somut olgusallıkları yadsıyacak derecede bir akıl-dışılığa savrulmaktadır. Bu sahte-gerçeklik inşasının yapısal kırılganlığı, varkalabilmek için her türlü alternatif toplumsallaşma biçimini dışlayan baskıcı bir siyasi eylemlilik benimsemeyi gerektirir. Zaten doğasında kırılgan ve güvensiz olan iktidar, genel bir kaybediş hâli içinde ve yenilenme beceriksizliğiyle mâlûl olunca, otorite-karşıtı ya da böyle bir potansiyeli barındırdığı düşünülen her türlü etkinliği yasaklama yoluna gidecektir. Nitekim Türkiye’nin çeşitli yörelerinde düzenlenmiş olan festivallerin ardı sıra iptal edilmesi, bu etkinliklerde performans sergilemesi planlanmış sanatçıların dışlanmaları, hukuki yaptırımlara mâruz kalmaları, bu büyük kaybedişin çok belirgin işaretleri olarak yorumlanabilir. Festivallerin üç büyük aktörü, otoriter anlayışın üç büyük hasmıdır: Gençler, kadınlar ve müzik; zira her üçü de kurumsallaşmış toplumsal yapı ögelerinin sorgulanmasına öncülük edici aktörler olarak rol üstlenirler. Özellikle otoriter baskıcılığın sürekli arttığı, ağır kompleksli mizojin taşra cehaletinin gemi azıya aldığı bir siyasi ortamda en çok denetim altında tutulması gereken aktörler de gençler, kadınlar ve müziktir. Üstelik tarihin akışı, tarım toplumunun zihniyet kalıplarını kırıp enformasyon düzeninin gereklerine uygun iletişimsel, etkileşimsel, şeffaf, demokratikleşme eğiliminde, baskıdan ziyade iknâyı öne çıkaran, cinsiyet eşitliğini vazgeçilmez gören, farklılıklara saygılı bir kültür çevresi inşa etmeye doğru evrilirken, bu dönüşümü en önce hissedip ataerkil-otoriter-kapalı-baskıcı iktidar yapılarına karşı direnenler de kuşkusuz gençler ve kadınlar olmaktadır. Müzik, her ne kadar iktidar teyit edici bir boyuta sahip olsa da bu tür değişme dönemlerinde daha ziyade dönüştürücü, sorgulayıcı, belirmekte olanı açığa çıkarıcı özelliğiyle önem kazanır. Müzik, toplum inşa etme gücüyle mevcut iktidar yapılarını sorgulamayı, yeni toplumsallıklar inşa etmeyi mümkün kılar. Muktedirlerin müzikten bunca derin korku duyması bundandır.
Festivaller, kökenlerinde kontrollü bir boşalma (katharsis) sahnesi oluşturma işlevini barındırırlar; ancak günümüzün küresel etkileşimle yeniden kalıba dökülen kültür dünyasında, bu tarihsel anlamlarını daha az taşımakta, akışkan finans kapitalizminin tüketim tuzaklarıyla sinsice görünmez hâle getirdiği direniş biçimlerini harekete geçirme rolleri daha belirgin hâle gelmektedir. Kuşkusuz festivaller, hele kapitalist girişimlerin ürünüyseler, münhasıran devrimci eylem biçimleri olarak nitelenemezler; ancak otoriter politikanın kısıtladığı dar toplumsallaşma biçimlerini aşmanın yordamı olabilecek yeni bir ortak vicdanın keşfedilmesini hızlandırıcı rol oynayabilirler. Festival sahnesinde müzik, iktidar alâmeti olan zamana ve mekâna hükmetme araçlarını, geçici sürelerde de olsa muktedirlerin elinden alıp en çok dışlanan, horlanan, ezilen, aşağılanan aktörlere verebilir. Yeni bir yaşam dünyasının olanağı, diğer bir deyişle başka bir polis’in ve politikanın mümkün olabileceğine ilişkin umut böylece yeşerir. Müzik, doğrudan dönüştürücü olmasa bile zihinlerde eleştirel bir kıvılcımın çakmasına, festivalin cezbe hâlinde yeni bir ortak bilincin keşfedilmesinde, hatta inşa edilmesinde merkezî önemde bir tetikleyici konum işgal eder. Festivalsizleşmeye itiraz eder.
Kendi baskıcı çekim gücü altında çöken otoriter bir iktidarın festivallerden umutsuzca korkması kadar doğal bir şey olamaz. Kaybetmeye mahkûmdur; bütün kaybetmeye mahkûm olanlar gibi Eros’tan nefret eder; Thanatos’u yüceltir.
Gençler, kadınlar ve müzik… Festivalin otorite sorgulama gücü… Bir otoriter politika kâbusu!
ALİ ERGUR
1 Ekim 2022, Denizli