Türkiye'de gündelik yaşamda kullandığımız bir çok sözcük, terim, kavram, üzerinde düşünülmeden dolaşıma girmekte, zaman içinde ilksel anlamını yitirmektedir. Dilin canlı bir organizma gibi hareket ettiği, toplumsal bir olgu olduğunu elbette göz ardı ediyor değiliz. Bu anlamda muhafazakâr bir sabitleyicilikten yana olmadığımızın altını çizmek gerekir. Bununla birlikte, yeni uygulama ve fikirlere yeni kavramlar uydurma zorunluluğunun, mümkün olduğu kadar, o dilin türetme mantığı içinde kalmasının önemini vurgulamamız gerekir. Ancak, bir icadı, teknolojik uygulamayı, bir bilim ya da düşün dalını biçimlendiren toplumlar, ister istemez o alanın sözcük dağarını da belirlerler. Örneğin bugün havacılıkta tartışmasız uluslararası dil İngilizce'dir. Havacılık teknolojisinde öncülük etmiş, üretici konumunda olan toplumlar, her ne kadar görece kısıtlı bir sözcük dağarını Anglo-hegemonyaya karşı ısrarla savunsalar da, başka bir çok konuda olduğu gibi, havacılıkta küresel bir lingua franca haline gelen İngilizce karşısında pek başarılı oldukları söylenemez. Bunun gibi sayısız alandan örnek vermek olasıdır. Ancak önemli olan, kültür üretiminin ve yayılımının önemli ölçüde dil üzerinden gerçekleştiğini görmektir. Bununla birlikte, bir alanda bir toplumda yeni bir yapı inşa ediliyorsa, terminoloji oluşumuna âzami özen gösterilmesi, özellikle kurucu ya da öncü konumundaki kişilere tarihsel bir sorumluluk yükler. Türkiye'de, bilim ve teknoloji üretimi konusundaki geri kalmışlığı gidermeye yönelik çabalar da bu kapsamdadır.
Özellikle 18. yüzyıldan başlayarak, Batı Avrupa'nın kurumsallaşmış ticaret dünyasını ve henüz ivmelenmekte olan sanayi uygarlığını anlama çabaları, epeyce pragmatik kestirme yollardan ithal etme çaresizliği olarak somutlaşmıştır. Bu noktada, bu çekingen arayışların aktörlerini itham etmek kolaycılığına düşmemek gerekiyor. Türkiye'nin modernleşmesini anlamaya çalışan değerli sosyal bilimcilerden biri olan Şerif Mardin'in belirttiği gibi, özellikle Tanzimat'la birlikte şekle giren (tanzim olan) yenileşme politikalarını belirleyen pragmatik ve aceleci aydınların, aslında çok fazla seçenekleri de yoktu. Sonuçta, kendilerinden önce icad edilmiş, yapılanmış, hızla artan bir ilerleme sürecine girmiş, üstelik iktisadi anlamda ciddi kazançlar da getirmeye başlamış bilimsel ve teknik alanlara ayak uydurma zorunluluğu ağır basmaktaydı. Düşünsel anlamda tek tük iyi yetişmiş aydınları olsa da, yüzyıllar boyunca zaman kaybetmiş bir imparatorluğun tebaası olan gençler, temel eğitim açısından da epeyce eksikliydiler. Birden içine düşecekleri kültür dünyası karşısında şaşkınlığa düşmemeleri, bocalamamaları ve açık ya da gizli bir hayranlık duymamaları mümkün değildi. 'İlim ve fen' öğrensinler, 'görgüleri artsın' gerekçesiyle Avrupa ülkelerine giden, gönderilen gençler, başta mühendislik ve tıp olmak üzere, birçok alanda yeni bilgilerle 'mücehhez' olarak geri döndüler. Bu süreç, ancak Cumhuriyet rejiminin tesis edilmesiyle sistemli bir hal alabilmiştir. Zaten bu sırada bilim ve teknoloji alanındaki gelişme hızı da baş döndürücü bir hâle ulaşmıştır.
Yurtdışında eğitim, bilim ve teknoloji merkezlerinden eğiticiler getirtilmesi, kuşkusuz gerekli girişimlerdi. Ancak yetişen genç uzmanlarla birlikte, yalnızca 'nötr' olduğu sanılan 'medeniyet' unsurları (uzmanlık bilgisi ve teknik) değil, o alanların 'kültür'ü de gelmiştir. Kültürün başlıca taşıyıcısı ise dildir. O nedenle Türkiye'de sistemli kuruluşu gerçekleşen bir çok disiplinin yalnızca uygulamaları değil, aynı zamanda dili de kısa sürede yaygınlık kazanmıştır. Bugün hâlâ demiryolculukta, otomotiv endüstrisinde yaygın bir Fransızca kullanımı söz konusudur. Ancak sözcükler, elbette kendi türetilme bağlamlarından kopmuş bir halde, bir çeşit kutsallar olarak Türkçe'ye ithal edildiklerinden, gündelik yaşamın anadil zımparaları, onları ilginç bileşimlere sokmuştur. Yaşı tutanlar lastik tekerlekli araçlarda eskiden 'şamriyel' kullanıldığını, bunların yamanmaktan kullanılmaz hale gelenlerinin ise denizde can simidi haline geldiğini hatırlarlar. (Hatırlamayanlar merak etmesinler, onlara da 'dupleks' (tubeless) lastik var!) Bu nesneye belki hava odası demek garip gelebilir; ama tanınmaz hale gelmiş kullanım adının aslında Fransızca chambre-à-air (şambraer) olduğunu bilirsek, pek de garipsemeyiz. Garipsemediğimiz gibi, o terimi Türkçe'nin türetme araçlarıyla, gereksinimimiz olan biçime sokabiliriz. Yabancı dilde sözcükler bizi bu manevra kabiliyetinden mahrum bıraktığı için lokantada "rezerveniz var mı?" diye sorulur; iş hayatında ya da askerlikte "koordineli hareket etme"miz istenir; akıllı telefonumuzla "lokasyon"umuzla "check-in" yaparız.
Oysa Türkiye'ye ve Türkçe'ye Batı Avrupa teknolojisinin gelişi böyle olmamıştır. Yenilikler hızla gelirken, ister gündelik yaşam nesneleri, ister akademik bilimler olsun, hep kendi terminolojilerini beraberinde sürüklemişler, öncüler, bunlara Türkçe karşılıklar bulmaya çalışmayı pek gerekli addetmemişlerdir. Doğrusu, böyle bir yabancı dil korunumu, aynı zamanda, o alanın uzmanlarına bir anda büyük bir toplumsal mesafe ve doğal olarak bilgi iktidarı sağlıyordu.
Müzik eğitimi, bu dil ve terminoloji istilasından fazlasıyla nasibini almıştır. Ancak, uzun yıllar devam eden bu Fransızca-egemen sözcük dağarının, düşünsel donanımı yüksek müzik kuramcı ve eğitmenlerince sistemli bir şekilde Türkçeleştirildiğine tanık oluyoruz. Örneğin portede anahtarın ardından gelen değiştirme işaretlerine ('arıza' olarak adlandırmak fakire hep fazla ideolojik gelir) armür yerine donanım denmesi hem kavramın anlaşılmasını sağlamakta hem ondan yola çıkarak gerektiğinde yeni türetmeler yapılabilme olanağını sunmaktadır. Oysa armür, sözcüğü bir kutsal işarete dönüştürerek, kullananı dilsel, dolayısıyla düşünsel anlamda kilitler. (Diyezleri ve bemolleri silah olarak kullanmaya ne dersiniz?) Müzik terimleri içinde birçoğu artık Türkçe karşılıklarını buldular. Bu mutlu gelişmenin başta tıp olmak üzere diğer alanlara da sirayet etmesini dileriz. Ancak müzikte hâlâ yabancı dil kökeniyle korumakta ısrarcı olduğumuz kavramların başında, bizatihi sanat eğitiminin verildiği okul, kurum anlamındaki konservatuar sözcüğü gelir.
Türkiye'de müzik terminolojisi, teknik terim haline gelmiş İtalyanca terimleri saymazsak (zira örneğin Fransızca'da ya da İngilizce'de de pizzicato'ya pizzİcato denir), nerdeyse tamamen Fransızca kaynaklıdır. Müzik okuluna konservatuar adının verilmesi de elbette bir Fransız pratiğidir. Ancak conservatoire sözcüğü, Fransız dili bağlamında yalnızca ve münhasıran 'müzik okulu' anlamına gelmez; genel anlamda sanat okulu anlamını taşıdığı gibi, yerine göre müze, koruyucular kurulu ya da hukuki içtihat eşdeğeri de olur ya da geçmişte olmuştur. Konservatuar kavramı, bu kullanımlarda da görüldüğü gibi, sarih ya da zımnî şekilde korumak fiiliyle belirlenen bir yer ya da eylemdir. Türkçe'de teneke kutuda saklanan yiyecek anlamında bildiğimiz konserve (conservé), aynı şekilde telaffuz edilen fiilden (conserver) türemiştir. Türkçe'de korumak ile muhafaza etmek arasında bir ince fark olduğunu varsayarsak, conserver fiilinin ikinciye daha yakın olduğunu ifade edebiliriz. Umberto Eco'nu ünlü romanı Foucault Sarkacı'nın ana izleği olan Paris'teki Conservatoire des Arts et Métiers (Sanat ve Meslekler Müzesi), modernleşme sürecindeki teknik gelişmeleri, her dönemin araç-gereçlerinin standartlaşmaya doğru evrimleşen yapılarında sergiler. Müze'nin amacı, her müzenin olduğu gibi, bu teknik ve bilimsel mirası muhafaza etmektir; diğer bir deyişle, olduğu gibi korumak. Öyleyse konservatuar kavramını muhafazahane olarak tercüme edersek pek de yanlış olmayacaktır.
Kuşkusuz sözcüklerin zaman içinde yolculukları vardır. Bizatihi Fransızca'da da, conservatoire sözcüğü, başlangıçtaki hukuki anlamının ötesine geçip önce bir şeyin korunduğu yer, sonra da o korunan mirasın eğitiminin verildiği kurum anlamlarını kazanmıştır. Ancak bu zaman içinde çeşitlenen anlamların hepsinin özünde conserver fiili vardır. Bir nesneyi, bir olguyu, bir fikri, bir geleneği, bir kültürü, bir tekniği, olduğu gibi, aslına uygun, değişmemek üzere korumak, böylece konservatuarın başlıca amacıdır. Bu durumda, dönüp Türkiye'deki konservatuarların neyi konserve (conserver) ettiklerine bir daha, eleştirel bir gözle bakmamız gerekiyor.
Konservatuar kavramı, muhtemelen bir alışkanlıkla, üzerinde düşünülmeden, eskiden öyle benimsendiği için kullanılmaya devam ediliyor. Ancak, bu alışkanlık, ister istemez, kavramın barındırdığı belli bir özü olduğu gibi bozulmaması için koruma anlamını içeriyor. Bununla birlikte, muhafazahane, varlığını borçlu olduğu kültür dünyasından ziyade, kendi meşruiyetini inşa eden iktidar yapılarını muhafaza eder gibi görünüyor.
Elbette bu yalnızca bir adlandırma sorunu değildir. Müzik okullarının adını konservatuar olmaktan çıkarıp başka bir tanımla tespit etsek, yapısal sorunlar kuşkusuz sihirli değnek değmiş gibi yok olmazlar. Ancak konservatuar adını taşıyan kurumlar, genellikle görece eski bir eğitim kurumu yapılanmasını model almışlardır. 'Batı müziği' eğitimi verenlerin, Batı Avrupa'da belli bir dönemde (yaklaşık yüz elli yıl) üretilmiş bir müzik üslûp ve anlayışının dışına nadiren çıktıklarını görüyoruz. 'Türk Müziği' eğitimi verenlerin ise, akademik anlamda Türk Makam Müziği geleneğini ne kadar derinlemesine ve sistemli bir şekilde araştırdığı, varsa bu araştırmalardan uluslararası saygınlığı yüksek mecralarda ne nicelik ve nitelikte yayınlar yaptıkları ağır bir soru işareti olarak tepemizde sallanıyor.
Adı genellikle konservatuar olan Makam Müziği ve Halk Müziği eğitimi veren kurumların önemli kısmı, maalesef muhafazakâr siyasi aktörlerin fevkalâde yüzeysel ve şematik 'öz kültürümüz' anlayışının basmakalıp yeniden üretilmesi işlevini üstlenmiş durumdalar; 'Batıcı kültüre karşı atalarımızın musikisi' olarak savunma mevzii haline gelmiş bu kurumlar, yakın dönem (yâni teknik anlamda epeyce modernleşmiş) makam müziğinin en popüler (yâni genellikle eğlence müziği olan) örneklerinin dar dağarına kapanmış bir icra pratiğinin öğretimini (yâni teknik anlamda güçlüklerden epeyce arındırılmış) hedeflemekten başka amacı olmayan muhafazahanelerdir. Halk müziği öğretimi ise, önemli ölçüde, küreselleşme ve kentleşmenin ivmesi arttıkça daha dramatik hâle gelen bir 'otantiklik' tartışmasına odaklanmaktadır. Her iki tür eğitimi almayı hedefleyenlerin öncelikli hedefi, çoğu zaman, popüler müzik piyasasında icralarının değişim değerini artırmak gibi görünüyor. 'Öz musikimiz' şi'arına ideolojik olarak sıkı sıkıya bağlanan muhafazahaneler için hazin bir amaç sapması! Her tür müzik bağlamı, muhafazahanelerde, cengâverce savunulması gereken iktidar mevzileri haline gelmektedir. 'Batıcılar', 'Türk Müzikçiler' ve 'Halk Müzikçiler', artık kültürel sınırların iyice eridiği, etkileşim kanallarının sayısızca çoğaldığı dünyamızda, bu katı iktidar gerilimlerini terk edip işbirliği yolları aramayı düşündükleri zaman, müzik eğitim kurumlarının adlarının ne olduğu da önemsizleşecektir; ama tercihan kökünü, ekini bilebileceğimiz kavramlar olması arzu edilir.
Bu genel manzaranın dışında örnek ve öncü kurumların var olduğunu görmek, yarına dair umudumuzu artırıyor. Genç kuşak müzikçiler, en azından aralarından küresel kültüre ve sosyal bilimlere daha açık olanlar, müzik eğitim kurumlarını olumsuz anlamda muhafazahane olmaktan çıkarıp gerçek anlamda akademik araştırma ortamları kılmak için çaba gösterme yolundalar. Zira onlar, 'geleneğin' ideolojik hamâsetle değil, sistemli çalışma ve araştırmayla muhafaza edilebileceğinin farkındalar. 'Kültürümüz'e, 'geleneğimiz'e ancak böyle sahip çıkılabileceğinin bilinciyle, şimdiden verimli çabalar ve üretimler içine girdiler bile.