Gündelik hayat kurgusunda sıklıkla ve üzerinde pek düşünmeden kullandığımız kavramlardan birisi kuşkusuz romantizm olsa gerek. Popüler kültür ahtapotunun her deneyim biçimini kuşattığı akışkan bir dünyada romantizm, indirgenerek, sonunda münhasıran aşk ya da cilveleşme sahnesi ve buna bağlı basmakalıp duygu kırıntılarına, hatta oradan da git gide ticari boyuttan ayrı düşünülemez bir kitsch tasavvuruna dönüşmüş bulunuyor. Romantizm, aynı zamanda yavanlaşmış, bayağı klişelerle donanmış bir davranış kalıbı olarak da toplum hayatına nüfuz etmiş görünüyor. Oysa romantizm, büyük bir tarihsel dönemeçte önemli rol oynamış bir düşün hareketinin estetik bağlamı olarak sahneye çıkmıştır.
Onsekizinci yüzyıl boyunca Batı Avrupa, özellikle Fransa, Aydınlanma felsefesinin yeşerip büyüdüğü ayrıcalıklı öneme sahip bir tarih düzlemi olmuştur. Feodal, din-egemen, gelenek-güdümlü Orta Çağ Avrupa'sı, tek hakikat rejimi üzerine kurulmuştu. Bilgi, yalnızca kutsal kitapta yazdığı, hatta o da, mütehakkim din adamlarının onu yorumlayıp halka aktardıkları kadar vardı; üstelik sorgulanamazdı. Oysa ticaret-egemen yeni dünyada, tarım toplumunun sabitliğin erdemi üzerine kurulu bu ideolojisine yer yoktu. Aydınlanma düşüncesi, sorgulanabilir bilgi rejiminin, yolunu açtığı ilerleme düsturunu kerteriz edinmişti. Değişme, yeni fikirler, özgürlük, Aydınlanma düşüncesinin yücelttiği ve uğruna mücadeleyi kutsadığı değerler haline gelecekti. Bireyi, onu baskılayan bütün gelenek cenderelerinden (cemaat, dernek, lonca, feodal hiyerarşi, vb.) kurtarmayı hedefleyen Aydınlanma düşüncesi, dinin toplumsal hayat üzerindeki sınırsız tahakkümünü de ciddi anlamda kırmayı hedefliyordu. Böylece laik ve bireyin merkeze alındığı yeni bir toplum dokusu oluşmaktaydı.
Sanayileşme ve kentleşmenin yüksek ivmesi, üzerine arsız ve hadsiz bir liberalizmin ağırlığı binince, kitleleri ekonomik ve toplumsal anlamda savuran, yeni belirsizliklerin kaynağı haline gelen karmaşık bir çağa da girilmiş oluyordu. Bu çelişkilerle mâlul, ancak ilerleme ve özgürlük vaat eden yeni tarihsel akım, bir çığ gibi büyüyerek kaçınılmaz bir şekilde yıkıcı, kanlı, bununla birlikte coşkulu, umutlu bir devrimi tetikledi. Ardından hem özgürlük-eşitlik-kardeşlik ilkeleri, hem kapitalizmin alabildiğine serbest büyümesi hem milliyetçilik salgını hem de sanayileşmenin merkezkaç etkisi, Napolyon seferleri kanalıyla Dünya'ya yayılma yoluna girdi. Ancak 1789'u takip eden iki on yılın sonunda Devrim'in hızı düşmeye, coşkusu ise tavsamaya başladı. Bu açılardan bakınca, on dokuzuncu yüzyılın başı, aynı zamanda bu hızlı dönüşüme karşı tepkisel bir karşı çıkışın da uyandığı bir dönem olmuştur.
BİR DİRENİŞ ESTETİĞİ
Muhafazakârlık, Aydınlanma'nın getirdiği bütün kazanımları duygusal bir tepkisellikle reddetmekteydi. İlerlemenin temel ilke olduğu bir toplumsal-kültürel ortam, beraberinde bir toplumsal sorunlar dizisini getirmiştir. İşte bu fazla hızlı geçiş, her benzer dönemde olduğu gibi, tepkisel-duygusal, geri-dönüşçü bir hareketin ortaya çıkmasını tahrik etmiştir. Muhafazakârlık, bugün de olduğu gibi, hızlı bir dönüşüm karşısında anlayamama krizi yaşayan kesimlerin öfkelerini dile getiren, çağdışı ve irrasyonel bir karşı çıkış halinde, hoşnutsuz kitlelerin zayıf noktalarını tahrik eden bir düşünce akımı olarak ortaya çıkmıştır. Muhafazakârlıkla iç içe gelişen romantizm ise, Aydınlanmacı rasyonelliğin bütün kavramsal boyutlarını reddeden, bir çeşit karşı çıkış, direniş estetiği olarak özetlenebilir. Bugün Romatizm’in, hâlâ estetik beğenilerimizi önemli ölçüde şekillendiren güçlü bir düşün bağlamı olduğunu iddia edebiliriz.
Sanatta Romantizm, Aydınlanma Çağı’nın rasyonel, bütünlüklü, ilerlemeci estetik anlayışının sorgulanması olarak tezahür etmiştir. J. S. Bach’ın müziği ne kadar evrenselliği, çelişkisizliği, doğrusallığı, çoğul ve tek yönlü akışı temel edindiyse, F. Chopin’in müziği de o oranda içe dönük bir anlam üretimini, çift-değerlikliği (ambivalans), doğrusal olmayan çok yönlü ifadeyi yakalamayı hedeflemiştir.
KAPI ARDINDA BEKLEYEN HAYALET
Aydınlanma düşünürleri, insanın duygular ve akıldan oluştuğunu, insanlığın doğal evriminin birincilerden ikinciye doğru olduğunu, bu şekilde nesnelliğe ulaşabileceğini, bunun da son tahlilde refah ve ilerleme getireceğine inanmışlardı. Ancak devrimin coşkun seli kısa sürede akıp gidince, geriye Aydınlanma felsefesinin vaat ettiği refah yerine geniş bir hoşnutsuzluk ve sefalet tortusu kaldı. Muhafazakârlık, hızlı dönüşümün yarattığı toplumsal buhran halinden fevkalâde popülist bir söylem damıtarak alan kazandı. Onun estetik izdüşümü romantizm ise, kontrol altına alınarak mutluluğa erişileceği düşünülen duyguları bütün zincirlerinden âzâd etti. Muhafazakârlık’ın ateşli demagoglarından Louis de Bonald ya da Hugues Félicité de Lammenais’nin modern dünyaya eleştirileri, Aydınlanma’nın bir negatif imgesini ortaya çıkarıyor, Orta Çağ’ın feodal, teokratik, eşitsiz dünyasına geri dönmeyi çare olarak sunuyordu. Napolyon’un yenilgileri (kendisini İmparator ilan etmesi de buna dâhildir), devrim ideallerinin darbe alması anlamına da geliyordu. Böyle bir düşünsel ortamda sanatın ilerlemeci, rasyonel ve modern olmasını beklemek fazla hayalcilik olurdu. Her ne kadar muhafazakârlık, daha sonraları ivmesini kaybetmiş olsa da, günümüze kadar, çeşitli siyasi-toplumsal bağlamlarda, hep kapı arkasında hazır bekleyen bir geçmiş hayaleti olmaya devam etmiştir.
Çağımızın küresel akışkanlığını, enformasyon toplumunun çoğulcu etkileşim düzlemini yeterince ya da hiç idrak edemeyen kitleler, içinde bulunduğumuz anlamlandırma krizi içinde savrularak muhafazakârlığın yeni biçimlerine sıkıca sarılmaktalar. Belki de o yüzden farklı görünümler altında olsa da, sanat müziğinde olduğu kadar popüler müzikte de biz hâlâ Chopin dinliyoruz.
BİR ROMANS ALBÜMÜ
Bu düşüncelerin eleştirelliği içinde, yolumuza çıkan iki CD’yi değerlendirmeye çalışmak işimizi kolaylaştırmayacak gibi görünüyor. Zira bunlar Lila Müzik’in yayınladığı Romance, Solo Musica’dan çıkan Chopin albümleri. Her ikisi de romantizmin kalbinden konuşan özenli yapımlar. Romans, albümün yapımcısı Nihan Tahtaişleyen’in dengeli içerikteki ve dinleyiciyi aydınlatan tanıtımında belirttiği gibi, hem çağlar içinde anlamı değişen bir üslûp hem lirizmin cisimleşmesi olarak tanımlanabilir. Albüm, sanayi çağının gizil ruh hali olarak da düşünebileceğimiz romantik tavrı, birbirinden farklı sanatsal duruşta ve farklı dönemlerin insanı olan üç ayrı bestecinin romans olarak adlandırılmış eserlerini bir araya getirerek ortaya koyuyor: Ludwig van Beethoven, Clara Schumann, Antonín Dvořák. Albüm, kemancı Elif Tarakçı Akyar ve piyanist Hyun Sook Tekin’in yorumlarıyla ortaya çıkmış. Elif Tarakçı Akyar, romantizmin yalnızca sesini değil ruhunu da içselleştirerek çalan bir sanatçı. Kemanı, puslu, buzlu camdan bir prizmada kırılan ışık gibi, ancak yine de yağ gibi kayan bir ifadeyle dile getiriyor. Albüm, Beethoven’in Fa majör (Op.50) ve Sol majör (Op.40) Romans’ları ile açılıyor. Elif Tarakçı Akyar ve Hyun Sook Tekin’in bileştirdikleri tını ve uyumlaştırdıkları üslûp anlamında mükemmel bir karşılıklı anlayışa sahip oldukları, aynı zamanda çağımızın belirsizlik ve akışkanlıklarının gölgesini, romantik tavrın tutkulu ifadesinin üzerine yansıttıkları söylenebilir. Her iki sanatçının da çalışlarında sakin ancak kararlı bir icrayla, romantizmin hem ruhuna nüfuz etmeye çalışan hem onu bütün çıplaklığıyla, süslerinden arınmış ya da dikenleri soyulmuş bir şekilde tersine çevirmeyi hedefleyen zımnî bir tavır olduğu düşünülebilir. İki kadın icracının, adı müzik tarihine geçebilmiş nadir kadın bestecilerden olan Clara Schumann’ın Üç Romans’ını albüme dâhil etmiş olmaları da ayrıca takdir edilmelidir. Ondokuzuncu yüzyılın ortasını, romantizmin kalbini temsil eden bir çağı Clara Schumannn’la simgelemek, kanımızca çok doğru bir tercihtir. Zira Clara Schumann (yazarken bile kısaca “Schumann” diyemememiz bir evrensel kadınlık durumunu yansıtmıyor mu?) yalnızca kadın olduğu için değil, iyi bir besteci olduğu için, yaşadığı çağın ruhunu, uzaktan geleceğe dair çağrışımları da içererek, en iyi yansıtan bestecilerden biri olduğu için albümde yerini almıştır. Nihayet albümün son bestecisi, sanayi çağının doruğunda yaşamış, romantizmin ileri döneminin bir temsilcisi olan Antonín Dvořák’tır. Bestecinin Romantik Parçalar başlıklı eserleri (Op.75) yine keman ve piyanonun sakin icrasında canlanıyor.
ROMANTİZMİN CİSİMLENMİŞ HALİ CHOPİN VE MANAFOV
İkinci albüm ise piyanist İslam Manafov’un yorumladığı Chopin Ballad’ları, Scherzo’ları ve Do diyez minör Noktürn’den oluşan farklı bir romans örneği oluşturuyor. Belki romantizmin bestecilerini romantik besteciler ve romantizmin cisimleşmiş hali Chopin şeklinde ikiye ayırsak pek de abartmış olmayız. Nitekim Frédéric Chopin, muhafazakârlığın en sert rüzgârlarının hâkim olduğu, hem göç etmek zorunda kaldığı ana vatanı Polonya’da hem uzun yıllarını geçirdiği Fransa’da siyasi istikrarsızlığın, toplumsal kargaşanın hâkim olduğu bir dönemde bir çeşit sesten vaha inşa etmeyi hedeflemiş, romantizmin ete kemiğe bürünmüş hali olarak tahayyül edilebilir. Klasik biçimlerin dışında yeni arayışlar peşinde olan Chopin, Aydınlanma düşüncesinin tam tersine, insanın duygularıyla insan olduğunu, çelişkilerle mâlul olmanın kendisini bizatihi insanlık durumu olarak betimlemeyi tercih etmiştir. Üstelik müzik dilinin, insan ruhunun derinliklerinden iskandil almak için en uygun araç olduğu kanısındadır. İşte Chopin’in müziğinin, yalnızca tutkulardan ibaret olmayıp bu derin felsefi düzlemde özenli bir psiko-arkeolojik kazı anlamına geldiğini piyanist İslam Manafov çok iyi anlamış görünüyor. Yumuşak dokunuşlar, çelişkileri, handiyse kişilik bölünmesi (hatta bize, Psycho’daki Norman Bates’i, Grangé’nin Ölü Ruhlar Ormanı’ndaki dörde bölünmüş psikiyatr zihnini, vb. hatırlatan çoklu kişilik) olarak tanımlayabileceğimiz zıt ruh halleri arasındaki savrulmaları bütün renk nüanslarıyla verebilen, ama en sert vurgularda bile o yumuşaklığı yitirmeyen tuşesi için, İslam Manafov’a takdirlerimizi sunmamız gerekiyor. Albüm Chopin’in dört Ballad’ını, dört Scherzo’sunu bir araya getirmiş. Belki bütün eserleri içinde, çelişkili ruh halini, içsel fırtınaları en iyi notaya döken en serbest biçimli olanlarını aynı albümde toplamak, Manafov’un, Chopin’in derûnuna nüfuz etmeyi iyi bildiğinin bir başka göstergesi olarak değerlendirilebilir. Manafov’un 25 Mart Cumartesi saat 20:00’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda vereceği resitali dinleme ayrıcalığını kendine hediye edecek olanların, bu özel ve özenli albümü imzalatma olanağına kavuşacaklarını da belirtelim.
Çağımızda muhafazakârlığın çeşitli biçimleri, farklı maskeler ve işaret ettikleri farklı şeytanlarla aslında aynı çağı anlayamama sorunuyla mâluller. Bugün romantizmin çok çeşitli görünümlerle, ancak git gide kitsch’leşerek anlam dünyalarımızı işgal ettiği bir gerçektir. Bununla birlikte, Aydınlanmacı ideolojinin araçsal aklı yücelten kesinliklerini yeniden düşünmek için romantizmin, özgül ağırlığı yüksek ürünlerine dikkatimizi vermek yararlı olabilir. Ancak muhafazakârlığın tarihsel-ahlâki gericiliğinin ve her şeyi değişim değerine tahvil eden kapitalizmin öğütücü arsızlığının iyi kurulmuş tuzaklarına düşmeden… İslam Manafov’un Chopin yorumu ve Elif Tarakçı Akyar ile Hyun Sook Tekin’in Romance’ı, sıra dışı yorumlarıyla iyi bir başlangıç noktası olabilirler.
ALİ ERGUR
24 Mart 2017