Ürkerek Söylerim ve Melâl:
Küreselleşme İçinde Yeni Müzik Bileşimleri
Küreselleşme, içeriği ve kapsamının genişliği nedeniyle çok karmaşık bir olgudur. Başlangıcı itibariyle, kapitalizmin kendisine yeni açılımlar araması ve Dünya'nın tamamını bütünleşik bir pazar haline getirme hedefini benimsemesi sonucunda ortaya çıkmış olan küreselleşme, aynı zamanda yoğun ve karmaşık bir kültür etkileşimleri alanı anlamına gelir. Nitekim, küresel etkileşimler ağı içinde, bizatihi kültür kavramının tanımının köklü bir şekilde dönüştüğüne tanık oluyoruz. Yakın zamanlara kadar, özellikle öncü antropoloji çalışmalarında, kültür, belli sınırlarla diğerlerinden ayrışan özgün bir toplumsal varoluş biçimi olarak tanımlanmıştır. Böyle bakıldığında, kültür, tarihsel bir akışın sonucunda beliren, bugünden ziyade geçmişe ait gibi tasavvur edilen, belirsiz bir zamandan beri neredeyse değişmeden süregeldiği varsayılan, hatta çoğu zaman kutsallaşmış bir edinimler toplamı olarak hayal edilen bir varlık alanı gibi deneyimlenir. Böylece, değişmeyen ya da çok az değişen, bir dinsel, etnik, bölgesel, ulusal vb. toplulukla özdeşleşen kültür tanımı şekillenmiştir.
Bugün bu tarihsel aidiyet ve miras temelli tanım, hâlâ yaygınlıkla kullanılmakla birlikte, teknoloji destekli küresel etkileşim ortamında, git gide geçersizleşme yolundadır. Bununla birlikte küresel etkileşim ve onun sonuçlarına tepkisel bir tutum alış olarak tezahür eden muhafazakârlıklar, varlıklarını bu sabit, dışlayıcı ve kutsal kültür anlayışına dayandırmaktadırlar ("bizim öz kültürümüz", "bize ait olan", "bizi biz yapan değerler", "bize ait değil", "kültürümüze yabancı", "halkımızın benimsemediği", vb.). Kuşkusuz her toplu yaşayış biriminin, tarihsel kökleri, ortak deneyimleri ve değerler manzumesi vardır. Ancak bunlar, hızlı ve çok boyutlu kültür alış-verişlerinin küresel ölçekte gerçekleşebiliyor olmasından dolayı, zannedildiğinden ya da varsayıldığından çok daha muğlak hale gelmektedirler. Bu hızlı değişmelerin gelişi ve deneyimlenişi, elbette doğrusal bir şekilde, sancısız, sorunsuz gerçekleşmemektedir; tersine, her türlü hızlı değişmenin yaratacağı çelişki, belirsizlik ve çatışmalar günümüzde her toplum çevresinde yaşanmaktadır. Bununla birlikte, farklı olana merak, coğrafi ve ideolojik yalıtılmışlığın getirdiği ötekini şeytanileştirme (kâfir, düşman, yaban, her durumda 'biz'den daha az insan olan) ve onun mütemmim cüz'ü kör şiddeti aşma arzusu, genel bir iletişim ve demokratikleşme eğilimini mümkün kılmaktadır. Bununla birlikte, aynı süreç içinde, yeni iletişim rejiminin ve küresel bileşimciliğin dilinden konuşmak için gerekli donanımlara sahip olamayanlar, ekonomik anlamda kaybedenler ya da kaybedeceğinden endişe duyanlar, bu küresel kültür bileşimi hareketinin tam aksi yönünde tepkisel siyasi tavır alışlar içine girebilmekteler.
Çağımızda bir yandan demokrasi, insan hakları, topluluklar arası alış-veriş (ekonomik ve kültürel), ekolojik bilinç, dayanışmacı eğilimler artarken, bunların dışında kalanların, tam ters yönde tepkisel mikro-milliyetçiliklere, şiddet şehvetine kapılmış en köktenci dinci akımlara sarılması şaşırtıcı değildir. Zira yeni dünyanın çoğulcu mantığını anlayamayan ve bu nedenle ondan yararlanamayanlar (bu şekilde dışlananlar), bu dönüştürücü sürecin kodlarına ve aktörlerine en şiddetle karşı çıkanlardır. Birçok örnekte, tepkisel şiddet hareketleri, nefret söylemleri, ayrıştırıcı ve ırkçı eğilimler, bir yandan küresel enformasyon düzeninin nimetlerinden yararlanarak ideolojilerini, eylemlerini yaygınlaştırmakta, diğer yandan, onlara bu olanakları sunan etkileşim ağının mantığından hızla uzaklaşmaktadırlar. Küreselleşme, aynı zamanda derin çelişkiler rejimidir. Her olgu, tam zıddıyla birlikte tezahür etmektedir. Örneğin internet, hem demokratikleşme ve insani dayanışma bilincini geliştiren, hem bunun tam aksi yönde, insan ruhunun en karanlık itkilerini fütursuzca teşhir ve teşvik eden bir mecradır. Bunlardan yalnızca birisi değil; her ikisi birdendir. Küreselleşmeyi anlamanın en zor tarafı da budur.
Küreselleşme eleştiricileri ya da destekçileri, onun yalnızca bir boyutuna bakarak değerlendirme yaparlar. Küreselleşmeyi bir emperyalist proje olarak da değerlendirebiliriz, bir Dünya bilincinin yeni bir kültür mevhumu etrafında yeniden biçimlenmesi olarak da. Kavramsal ve ideolojik karmaşıklık, her ikisinde de doğruluk payı olmasındadır. Toplumbilimsel anlamda küreselleşme, bu iki eğilimin (kapitalizmin Dünya ölçeğinde örgütlenmesi, standartlaşma, tekelci ulus-aşırı esnek sermayenin yükselişi ile çoğulcu, demokratikleşme yolunda, diyalog ve üretime yönelik etkileşimsel kültür anlayışının yaygınlaşması) birlikte çalışıyor olmasındadır. O nedenle çağımızda bütün zeminler sıvılaşmakta, ölçütler bulanıklaşmakta, eylemler belirsizleşmektedir. Bu durumun tetiklediği endişeler hiç de haksız değildir. Ancak tepkisel, reddiyeci, köktenciliğe yozlaşan tutumun kapı arkasında, hıncın ateşlediği ölçüsüz bir şiddetin beklediği unutulmamalıdır. Bu karmaşık durumu yönetmek o yüzden politikacılar açısından git gide daha zor hale gelmektedir. Elbette en kolay yol, mevcut endişelerin hasadını almak, korku siyasetinden öfkeli bir dil türetmektir. Dünya'da birçok ülkede otoriter, saldırgan, öfkeli, düşmanca bir söylem benimseyen siyasi figürlerin iktidarda olması o nedenle şaşırtıcı değildir. Hiçbir ahlak ve vicdan ölçüsü tanımadan sömüren bir liberal pazarın yedeğindeki temsili demokrasinin çıkmazda olduğu artık çok açıklıkla görülebiliyor. Bildiğimiz politika yapma biçimleri iflas ederken, siyasetçiden bir Deus ex Machine performansı bekleyemeyeceğimiz anlaşıldı. O zaman yeni dünyanın küresel kültür mantığını anlama ve onu toplumsallaştırma görevini yüklenecek olan, sanattan ve sanatçıdan başkası değildir.
Küreselleşme, toplum hayatının kapalı ve yalıtılmış kültür pratiklerini, geniş bir etkileşimler ağına açmıştır. Bu sürecin yine iki zıt yönlü eğiliminden söz edebiliriz: (1) Kapitalist piyasanın kültür unsurlarını ticari olarak tasarlayıp pazarlayan boyutu; (2) küresel enformasyon düzeni içinde bireyler ve topluluklar arası sayısız etkileşimin ortaya çıkardığı yeni kültür bileşimleri. Bu karmaşık bağlamda küresel eğilimler ile yerel kültür unsurlarının eklemlenmesi, kaçınılmaz olarak yeni bileşimler ortaya çıkarması söz konusu olmuştur. İşte bu nedenle, geçmişte olmadığı kadar 'geleneksel' ve 'otantik' sıfatlarını kullanıyor ve tartışıyoruz. Bir kültür ortamında 'geleneğe ihanet', 'otantik olanı bozma', 'kültürü yozlaştırma' vb. gerekçeli tartışmalar mevcutsa, orada kayda değer bir kültür değişmesi olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz. Türkiye topraklarında yüzyıllar, hatta binyıllardır bileşimci kültür denemeleri yapıldığı muhakkaktır. Ancak toplumsal değişmenin görece yavaş olduğu dönemlerde, tarihe ve atalara gönderme yapan, sınırlandırıcı bir kültür mevhumu yerleşiktir; kültür bu nedenle, 'gelenek' üzerinden tartışılmayan, saydam bir ideoloji gibi benimsenen, bir hayat tarzı bileşenleri toplamı olarak yaşanır. Ancak değişme hızlanır, hissedilebilir, kuşaklar arasında belirgin zihniyet ve anlamlandırma farkları doğuracak çapta olursa, buna bir de, günümüzde olduğu gibi, yoğun bir etkileşimin etkileri eklenirse, başta kültürün kodlayıcıları arasında olmak üzere, şiddetli 'bozma', 'yozlaştırma', 'ihanet' ithamı tartışmaları gözlemlenir. Bu sert söylemin üreticileri ile ithamın adresi olup kendini savunanların başvuracakları kavramlar da, ister istemez, 'otantiklik', 'öz kültür', 'ecdad yâdigârı', 'gelenek' vb. olur. Özellikle 'kültürel özcülük' peşinde olan kesimler tarafından bol keseden sarf edilen bu kavramlar, kaçınılmaz olarak, bu kültürel etkileşim ve bileşim ortamında birer boş söylem parçasına dönüşürler. Bunun kaçınılmaz sonucu, hayali bir geçmiş inşası ve yüceltilmesine eşlik eden stilize bir nostalji söylemidir. Böyle bir geçmiş-severlik, ister istemez, bugünün politik gündeminin cinsinden somutlaşır. Nostalji, Fredric Jameson'ın 'postmodern' tanımının vazgeçilmez unsurudur. Çağımızın ironik gözlemcisi Jean Baudrillard'a göre ise "nostalji, hiçbir zaman sahip olmadığımız bir şeyi yitirmenin acısıdır". Türkiye'de bugün yaşamakta olduğumuz, gayri-insani liberal pazarın kanatları altında büyüyen anakronik tepkisel muhafazakârlığın temel gıdası da işte bu tarih-dışılaşmış nostaljinin ince kabuktan ibaret söyleminden başka bir şey değildir. Her gün 'doğru sanat'ın ne olduğu konusunda kendine tam ehliyet vehmeden, sanatçılara 'geleneğe saygılı sanat' yapılması gerektiğine dair direktif vermekten imtina etmeyen, dar görüşlü politikalarıyla kültüre (sanki bir mühendislik meselesiymiş gibi) yön vermeye çalışan, entelektüel birikimleriyle mâruf olmasalar da bunu dert etmeyen siyasi figürlerin nasihatleriyle hizaya sokulmaya çalışılmıyor muyuz?
Ancak bütün bu anlam krizinin ortasında, küreselleşmenin bileşimci yönelimlerinin dönüştürdüğü bilinçlere hitap eden ve elbette, 'geleneğe ihanet', 'otantik olanı bozma' ithamlarının adresi haline gelen (ne gam!) sanatçıların çabalarına tanık oluyoruz. Dünyamıza yeni soluklar getirenler de ancak onlardır.
Bileşimci kültür, geçmişin mirasından kopmuş, ona sırtını çevirmiş anlamına gelmez; tersine ona gereksinimi olan yeni bir dinamizm getirme yeteneği olandır. Türkiye'de son yıllarda, bileşimci sanat yaklaşımının sayısız örneğini görüyoruz. Aslında bu durum da, toplum topografyamızda egemen gibi görünen muhafazakâr söylemin kitsch dokusu altından derin ve kararlı bir ırmağın çağıldadığını hatırlatmaktadır. Müzik, bileşimci anlayışlara belki en açık sanat dalıdır. Nitekim birçok müzisyenin, Türkiye'nin zengin kültür havuzundan ödünç alarak küresel etkileşimlerle özgünleştirdiği ürünler, en popüler üslûplardan en öncü sanat anlayışına kadar gözlemlenmektedir. Muhafazakâr zihniyetlerin hangi rafa kaldıracağına karar veremediği müzik örneklerinden biri olarak Jehan Barbur'un Ürkerek Söylerim albümünü dinliyoruz. Jehan Barbur, bu albümünde sanatçının yalnızca olanı tekrar eden değil, yeni bileşimler yapan kişi olduğunu hatırlatıyor; bunun için donanımlı bir cesaret gerektiğini de.
Albümün adı, kültür bekçisinden (Howard Becker'ın 'ahlâk girişimcisi' adını verdiği tipin bir çeşitlemesi) geçilmeyen memleketimizde, daha en baştan, yenilikçiliğin sanatçı üzerinde yarattığı baskıyı ifade ediyor. TRT tasnifinde 'Türk Halk Müziği' olarak kodlanmış olan, kırsal Anadolu müziği (toplumbilimsel anlamda tarım toplumu müziği), 1960'lardan beri yeni bileşimlere malzeme oluşturuyordu. Ancak Jehan Barbur'un ürkerek söylediği türkülerdeki kadar özgün yorumlara nadiren rastlamıştık. Jehan Barbur, tam bir Anadolu ufku çizerek, her yöreden her üslûptan türküler derleyerek, bir anlamda bu ülkenin mayasında olan bileştirici harcı vurguluyor. Türkiye insanının demokrasi deneyimi için, başka yerlerden model ithal etmeye gereksinimi olmadığını, bir arada yaşamaya eğilimli, etkileşimsel bir kültür karışması içinde sürekli herc-ü merc olduğunu hatırlatıyor. Albümdeki parçaların tamamına hâkim iyi ayrıştırılabilir bir üslûp olduğunu iddia edemeyiz. Tersine her parça, iskeletini oluşturan türkünün ruhuna uygun ama yenilikçi bir kalıba yeniden dökülmüş. Nitekim bu albümün daha önceki Anadolu müziği yorumlarından farkı da burada bulunuyor. Her bir parçada, ardında bir tarihsel miras kadar önünde açılan bir küresel kültür zihniyeti de işitmek mümkün. Sıklıkla caz akorları ve ezgisel yapıları işitsek de, bu bir caz albümü değil. Anadolu müziğini farklı bir vokal yorumla seslendiren bir sanatçının albümü de değil; içerdiği bütün müzikal unsurların (çalgı, ezgi, armoni, ritim, orkestralama, vb.) kendi özellikleriyle var olabildiği, bununla birlikte, her birinin özgül varlığının ötesine geçen bileşimsel bir yapı arz ettiğini görüyoruz. Anadolu kültür katmanlarını belli bir ideolojinin hizmetine sunmayı reddeden, müziğini 'otantik', 'geleneksel' gibi muğlak atıfların yörüngesine yerleştirmeyen bu cesur tavırdan dolayı Jehan Barbur'un Ürkerek Söylerim albümü özel dikkati hak ediyor. Albümde çoğunun sözü ve bestesi anonim olan türkülerin ürkerek, ancak umutlu bir şekilde yeniden söylenmiş halini zevkle dinleyebiliyoruz. Küresel kültür karşısında ezilmeyen, yerelin donmuş tahayyülüne mahkûm olmayan bir deneme.
Bir başka yeni yorum ise, bu kez Türk Makam Müziği'nden damıtılmış sözsüz eserlerden oluşan Melâl albümü. Ûdî Oya Levendoğlu ve kânûnî Emre Erdoğan'ın ortak çalışması Melâl, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi bestekârlarından bir seçme içeriyor. Görkemli ve parıltılı işlerin revaçta olduğu kültür endüstrisi dünyasında, on üç eserden oluşan müziği iki çalgıyla icra etmek, üstelik sözlü hiçbir parçaya yer vermemek ciddi bir başka cesaret örneği olarak kabul edilebilir. Zira her üslûptan popüler müzik, git gide düzleşen beğenileri salt sözlü müziğin koşullayıcılığına çoktan beri mahkûm etti. Levendoğlu ve Erdoğan, böyle bir popüler beklentiler evreninde, aklı sözle damgalanmış dinleyiciyi sazın sözünü işitmeye davet ediyorlar. Bu aynı zamanda her şeyin görüntü, kozmetik inşa, boş söylem ve gösterilensiz göstergelerden ibaret olduğu tüketim-eksenli toplumsallaşma biçimlerine de sessiz ancak vakûr bir direniş biçimi olarak nitelendirilebilir.
Uzun süre Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin dekanlığı gibi zor bir görevi üstlenmiş olan Prof. Dr. N. Oya Levendoğlu, idari görevi sırasında da, kurumunda müzik eğitiminin dışlayıcı olmayan, kültürel özcülükten uzak, bileşimci bir anlayışta oluşturulmasına önemli katkılar yapmıştı. Müzik öğrencilerinin her müzik türü ve geleneğine önyargısız ve eşit mesafede yetiştirilmesi, birçok benzer eğitim kurumunda görülen dar zihinli kısıtlayıcı anlayıştan belirgin farklılık göstererek içimize umut ışığı saçmıştı. Levendoğlu, icracı olarak gerçekleştirdiği çalışmalarda da benzer bir tutum benimsemiştir. Sıra dışı vitüozitesi bir yana, Oya Levendoğlu, ustalık işi bir sade ifadede, çoğunluğu yakın dönem Osmanlı bestekârlarının saz eserlerini temiz bir icrayla, handiyse plastik bir inşa haline getirerek yorumluyor. Genç kânûnî Emre Erdoğan'ın yorumu ise çalgısını, bazen saydam bir ruha bazen metalik bir somutluğa dönüştürebilecek bir ustalığa sahip olduğunu kanıtlıyor. Her durumda ezginin ve müzikal akışın gereğine uygun bir yorum yaptığını açıklıkla söyleyebiliriz.
Levendoğlu ve Erdoğan'ın Ali Ufkî'den Necdet Yaşar'a uzanan tarihsel süreklilik çizgisinin durakları arasında Kemanî Haydar Bey, Refik Fersan, Tanburî Cemil Bey, Gavsi Baykara, Cinuçen Tanrıkorur bulunuyor. Farklı üslûp ve yönelimleri olan bu bestekârların filigranından gizli bir modernleşme öyküsünün akıp gittiğini hissediyoruz. Özellikle 19. yüzyılda hayatın daha hızlı aktığı, daha etkileşimsel bir dünyaya açılan Osmanlı-Türk müzik bağlamı, yaşanılan siyasi-kültürel çelişki ve çatışmaları da yansılayan bir şekilde hüzün-coşku karışımı olarak karşımıza çıkar; bu İntibah dekorunda, yaşam coşkusu ile gizli bir hüzün kol kola gelişir. Melâl, adıyla da bu ikilemi iyi yansıtıyor; ancak ne müzik dilinde ne yorumunda yaptığı gibi derdini altın suyuna bandırarak değil, sûfî bir tevazuyla anlatıyor.
Türkiye'nin kültür hayatı daima bileşimciliğe açık olmuştur. Küresel kültür etkileşimleri bu temel özelliği ancak hızlandırmıştır. Siyasi muhafazakârlığın bu değişme karşısındaki yetersiz kalmaya mahkûm tepkiselliğinin bizi bir yere götürmediği ayan beyan ortada. Kendimizi sanatçıların hassas duyularına emanet etmeyi bir öğrensek, dar siyasi söylemlerin şiddet dolu öfkesini de silip yok edebiliriz.
Melâli ürkerek söylemek... Korkudan değil, tevazudan...
ALİ ERGUR
1 Haziran 2019, İstanbul