Tarih içinde kendini konumlandırabilme becerisi kişilerin düşünsel ölçeklerini belirler. Toplumların tarihsel seyri üzerinde, bireylerin en büyük sorunu, bulundukları zaman-mekân koordinatlar düzleminde kendi hayatlarının anlamını ve boyutunu değerlendirmektir; zira her insanın yeryüzündeki biricik ve bir defalık varoluşu, onun dünya tasarımının sınırlarını oluşturur. Var olmak, kısıtlı bir sürede, kendine bir dünya tasavvuru inşa etmek anlamına gelir. Her dünya tasavvuru kuşkusuz özgün ve özneldir. Ancak insan aynı zamanda toplumda yaşayan, hatta topluma mahkûm bir canlıdır. Bu nedenle öznel dünya tasavvurumuz, toplumsallaşma adını verdiğimiz süreçte ortaklaşa sürdürülen hayat biçimiyle belli ölçüde uyumlu hâle gelir. Toplum hayatının geliştiği bütün zaman ve mekânlarda, insanların çok büyük çoğunluğu, ortaklaşa gerçeklik inşası anlamına da gelen toplum hayatının ortalama değer ve biçimleriyle uyumlulaştırılır. Bu nedenle, herhangi bir zamanda herhangi bir toplumda, uyumlu ya da Robet K. Merton’ın deyişiyle konformist bireyler daima büyük çoğunluğu oluştururlar. Toplumsal norm ve yapılar, bu ortalama bireyi, bir nehirde sürüklenircesine alıp götürürler. Elbette her birey, bir anlam üreticisi olarak, bu güçlü yapılara rağmen kendine özgü bir anlam dünyası da inşa eder. Ancak sonuç olarak, toplumsal normları sorgulamadan kabul etmek, hatta içselleştirerek kendi eylem mantığının temel dinamiği hâline getirmek, ortalama bireyin başlıca davranış ve düşünüş kipi hâline gelir. Böyle olmasaydı belki toplum düzeni adını verdiğimiz ortaklık alanı oluşamazdı. Bu düzenleme aynı zamanda normal adını verdiğimiz, kabul edilebilir davranış ve düşünce kalıpları aralığının sınırlarını belirler. Diğer yandan, toplum, aynı zamanda sürekli bir gelişme ve değişme içindedir. Bu değişmeyi başlatan kıvılcımları çaktıranlar, ilk ivmeyi verenler, daima toplumsal normalin az ya da çok kıyısında duranlar, hatta bazı durumlarda, sapkın olma pahasına, dışına çıkanlardır. Toplumsal normali fazla içselleştirmiş olanlar, bu aykırı ses sahiplerine fiziki ve simgesel anlamda şiddetle saldırmakta beis görmezler; zira onlara göre sapkınlar (normalden sapmış olanlar) mümkün olan yegâne ve mükemmel toplumsal düzenin yitip gitmesine yol açabilecek hainlerdir. Oysa uygarlık sürekli değişir; en sabit olduğunu, değişme olmadığını düşündüğümüz zaman ve ortamlarda bile çok yavaş da olsa değişme vardır. Sıra dışı insanlar, öznelliklerinin ateşlediği yeni fikirlerin sahipleri, daha iyi bir dünya hayal etme ayrıcalığına erişenlerdir. İşte uygarlığın değişmesi, ilerlemesi, yenileşmesi hep bu aykırı insanların sıra dışı fikirleri sayesinde gerçekleşir. İnsanlık, çoğunluğun hor gördüğü, garipsediği, hâttâ lanetlediği aykırıların yüzü suyu hürmetine ilerler. Osmanlı Devleti tarihi, çok çarpıcı bir şekilde nâdir ilerlemeci figürlerle bunları şiddetle bastırıp entrikayla yok eden değişme-karşıtı aktörler arasındaki mücadele olarak özetlenebilir. Büyük dönüşümleri, üretim biçimi değişmelerini gerçekleştirebilen toplumlar, aykırı seslerin yönlendirmelerine, en azından belli tarihsel dönüm noktalarında açık olabilenlerdir. Osmanlı dünyası ise neredeyse daima muhafazakâr güçlerin galip geldiği mücadelelere sahne olmuştur; çöküşüne giden süreç, yenilikçileri acımasızca öğütmesiyle başlamış ve sonunda kendini yok etmiştir.
Osmanlı toplum düzeni, kendine özgü yanları olan bir Eski Rejim yapısıdır; bir yüzü tarım düzeni diğer yüzü askerlik olan toprak-fetih-ganimet döngüsünde yapılanmış bir sistem olarak tanımlanabilir. Niyazi Berkes, tarihsel sosyolojinin en parlak örneklerinden birini verdiği Türkiye’de Çağdaşlaşma (Secularism in Turkey) adlı kitabında, Osmanlı düzenine ilişkin çok temel bir saptama yapmıştır: Osmanlı toplumu, büyük ölçüde devletle belirlenen ve özdeşleşen bir yapıdır. Osmanlı toplum düzenini anlamak için devlet aygıtının kuruluş ve işleyiş mantığını idrak etmek gerekir. Berkes’e göre Osmanlı devlet düzeninin temel özelliği, birçoklarının zannettiği gibi dinsellik değildir. Bu açıdan Osmanlı Devleti, tipik bir teokratik düzen arz etmez. Osmanlı Devleti’nin temel niteliği geleneksellik olarak ayrıştırılabilir. Buna göre devlet, bir aygıt ve kavram olarak geleneğin sürdürülmesi esasına dayalıdır. Gelenek ise şu veya bu kültür birikiminin sürdürülmesinden ziyade, değişmeme ilkesinin kendisidir. Değişmemeyi sağlayan en önemli vektör din olduğu için, Osmanlı devlet düzeni teokratik gibi görünür; ancak özünde temel ideolojisi devletin bekâsının kendinden başka bir şey değildir. Değişmemenin ideolojik meşruiyeti Tanrı iradesinde köklenmiştir; Nizâm-ı âlem (evrenin düzeni) Tanrı tarafından yaratılmıştır; bu nedenle mükemmeldir. Nizâm-ı âlem sorgulanamaz, değiştirilemez. Zaten değiştirilmediği sürece ebed-müddeddir; huzur ve sükûnun kaynağıdır. Osmanlı devlet düzeni, kuruluş ve örgütlenme felsefesini bu değişmemeyi önceleyen kavramlarda bulur. Özellikle devşirilerek devlet aygıtına dâhil edilen, böylece bütün varlık dünyası ve anlamı devlet olan yöneticiler (devletlû), şaşırtıcı olmayan bir şekilde, değişmemeyi, diğer bir deyişle, ayaklarını bastıkları zeminin kayma tehlikesini engelleyici her türlü tasarrufu, kendi benlikleriyle özdeşleştirdikleri devletin değişmeden süregitmesi yolunda meşrulaştırırlar. Devletle özdeşleşmiş bireysel varlığın korunmasının temel aracı, devletin bekâsı mevhumunu, mutlak değişmezlik ilkesi olarak cansiperâne savunmaktır. O nedenle, Osmanlı Devleti tarihinde, değişmeyi isteyenler hem azınlıkta ve istisnai olmuşlar hem, hemen her zaman, devletlû tarafından bertaraf edilmişlerdir; buna gerekirse Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan padişah da dâhildir.
Osmanlı tarihi boyunca, çeşitli dönemlerde, yenilikçi fikirleriyle, kimi zaman icatlarıyla öne çıkan bilim, sanat ve siyaset figürleri, kısa süreli etkileri olsa da devletin bekâsını kendi varoluşlarıyla özdeşleştirmiş olanlar tarafından saf dışı bırakılmışlardır. Ali Kuşçu, (yaşayıp yaşamadığı bile kesin olmayan) Hezâr-ı fen Ahmet Çelebi, II. Osman, Tarhoncu Ahmet Paşa, Çorlulu Ali Paşa, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, III. Selim gibi istisnai figürler değişmeden yana fikirler geliştirmekle kalmamışlar, kendi varoluşlarının ölçeğini tarihin akışı içinde konumlandırabilmişlerdir. Özellikle bu tarihsel özneliğinin farkına varabilme yetisi, kişiye tarihsel eyleyici olma özelliğini de katar. Bu niteliğe sahip tarihsel kişilikler, aynı zamanda büyük resmi görebilenlerdir. Bu figürlerin arasında adı anılması gereken kişilerin başında kuşkusuz Pîrî Reis gelir.
Pîrî Reis, bir denizci olmanın ötesinde, ama aynı zamanda o sayede, kendi çağının özelliklerini iyi sezebilmiş, eğilimleri, potansiyelleri, genel akışın içinde iyi konumlandırabilmiş bir düşünce ve eylem insanıdır. Denizci kimliği, aldığı denizcilik eğitimi ve edindiği deneyimler, Pîrî Reis’e, kendi dünya tasavvurunu, değişen dünyanın ölçüleriyle kurabilme ayrıcalığını sağlamıştır. Bu ayrıcalık, bir yandan yeryüzünün değişmekte olan tasavvurunu ve temsilini, diğer yandan yeniden paylaşılan nüfuz alanlarının yapısı, bunun tetikleyeceği gerilimler, büyük denizcinin zihninde bütünleşen bir düşünce sistemi oluşturmuştur. Özellikle 16. yüzyılda dünyanın imgesi (imago mundi) hem maddi hem kavramsal anlamda değişmekte, Portekizli denizcilerin keşifleri sayesinde efsanelerin yerini gözlemler almaktaydı.1 Pîrî Reis’in denizcilik pratiğiyle kartografya tutkusu, devlet adamı kimliğiyle yenilikçi karakteri, yaşadığı gerçeklik sahnesine büyük ölçekli bir bakışı geliştirebilme becerisinde buluşan tamamlayıcı ögelerdir. Pîrî Reis, çağının güçlerini, çatışmalarını, yönelimlerini, teknolojisinin evrimini yukarıdan bakışla görebilen bir düşünsel konumdaydı. Böylece geleceğin politik, ekonomik, teknolojik anlamda nasıl şekilleneceğini öngörebiliyor, Osmanlı Devleti’nin bu yeniden dağıtılmakta olan kartların en iyilerini elde edebilmesi için geniş ve küresel bir yaklaşımın vazgeçilmezliğini fark edebiliyordu. Pîrî Reis, bu nitelikleriyle, aslında Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana gelişen, ancak temelde II. Bayezid döneminde serinkanlı bir devlet yaklaşımıyla ana hatları üzerinde karar kılınan büyük strateji2 kapsamında bir makro-politikanın yürütülmesi için gerekli düşünsel ve teknik altyapının ögelerini geliştirmeyi istemiştir. Denizlerdeki mücadelesi, Osmanlı Devleti’nin emrine girmesi, önemli görevlerde bulunması ve özgün haritacılık girişimleri, salt bir entelektüel merak ya da teknisyen görevi olarak tanımlanamaz; bütün bu etkinlikleri, ama özellikle haritacılık alanındaki olağanüstü başarıları, Pîrî Reis’in küresel bakış ve düşünüş yetkinliğinin kanıtı olarak değerlendirilmelidir. Nitekim haritalarını, yalnızca yerel bilgilerden değil, tersine yabancı kaynaklardan da yararlanarak çizmiştir. Dünya Haritası, farklı ülke ve dillerden yirmi kadar Mappa Mundo’dan yararlanarak çizilmiştir.3 Büyük strateji, Osmanlı Devleti’ni; (1) değişen dünyanın ekseni olacak olan bilimsel düşünceye hazırlamayı, (2) siyasi nüfuz alanlarının artık yalnızca egemen dünya tasavvuruyla özdeş Akdeniz (Mare Nostrum – Bizim Deniz, dünyanın ortası: Mesoğio, Μεσσόγιο) havzasıyla kısıtlı olmayacağı bir düzende büyük oyuncu kılmayı, (3) göçebe ve karacı bir toplumun denizci karakteri edinmesi için düzenleyici role büründürmeyi, (4) bu eğilimlere uygun olarak donanmasını yeni küresel dünya denizlerine açılabilecek güce eriştirmeyi, (5) bunun için dışa bağımlı olmayan bir sanayi geliştirmeyi, (6) ancak öncelikle siyasi istikrar ve güç için yaşamsal nitelikte olan Karadeniz, Adalar Denizi, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz havzasında oyun kurucu bir hükümranlığa erişmesini sağlamayı içeriyordu. Osmanlı Devleti’nin tarihi, onun büyük stratejiyi kurma çabalarıyla Batı Avrupa’nın emperyalist politikaları kapsamında büyük stratejiden dışlanma arasındaki salınma öyküsü olarak özetlenebilir. Büyük stratejiyle doğrudan ilgili adımları Pîrî Reis’in hayatının her aşamasında gözlemlemek mümkündür. Girişimleri ve trajik hayat öyküsü de yine bu büyük çatışmadan bağımsız değildir. Hayatını büyük stratejiye adayanlar, bu topraklarda cezasız kalmamışlardır!
Pîrî Reis 1465 yılında Gelibolu’da doğduğu tahmin edilen (birçok kayıtta 1470 olarak geçmektedir) bir Türk denizcisidir. Babasının erken yaşta ölümü üzerine (1481), amcası büyük denizci Kemal Reis’in yanında denizlerdeki serüvenine başlamıştır. Bir hesaba göre 11 bir diğerine göre 16 yaşında denizlere açılan Pîrî Reis, tayfalıktan ustalığa giden kariyerini hep Kemal Reis’in yanında geçirmiştir.4 Dönemin ekonomisinin bir parçası olarak, hacmi ve sıklığı artan ticari hareketlerin, din savaşı görüntüsü altında tetiklediği korsanlık etkinliği, Pîrî Reis’in de denizciliğe adım atmasının temel nedenidir. Özellikle Batı Akdeniz havzasındaki başarıları, Müslüman hacıların emniyetle seyahatini sağlamış olmaları, Kuzey Afrika’da yerel beyler tarafından korunan bir siyasi denge tesis etmeleri, İspanya’dan kaçan Yahudiler’i Osmanlı topraklarına taşımaları ve Hıristiyan nüfuz alanlarında yaptıkları çeşitli akınlar, 1495 yılında Kemal Reis’le birlikte Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmelerini sağlamıştır. Bugünkü dilde ifade edecek olursak, esas itibariyle bir kara gücü olan Osmanlı yönetimi, deniz hâkimiyeti konusundaki ilk hamlelerini profesyonellere out-source etmiştir. Bu hamleler büyük güç olmanın kaçınılmaz gereğiydi.5 Bu tarihten sonra, Pîrî ve Kemal Reis’ler, özellikle Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’nin emniyetini sağlayarak Osmanlı gemilerinin rahat hareket edebilmelerinin yolunu açmışlardır. Adriyatik dâhil, stratejik önemi hâiz yerleri kontrol altına alarak bu bölgenin Osmanlı hâkimiyetine alınmasını sağlayan en önemli aktörler Kemal Reis ve Pîrî Reis olmuştur. Osmanlı Devleti, 16. yüzyıla girerken çevre denizlerin hâkimiyetini bu şekilde sağlamıştır. Pîrî Reis ilk haritasını bu dönemde çizmiştir. İddialı bir şekilde bir dünya haritası çizimine başlayan Pîrî Reis, bu projesini 1513 yılında tamamlamıştır. Daha sonra tekrar denizlere açılmış, çeşitli görevler almıştır. Bu sırada opus magnum’u olarak nitelendirebileceğimiz Kitâb-ı Bahriye’yi kaleme almaya başlamıştır. Bu eserin ve diğer haritaların en önemli özellikleri, (1) ölçeklendirme, buna bağlı olarak göreli bir standartlaştırma çabası içermesi, (2) Ortaçağ Müslüman haritalarından farklı olarak denizi merkeze almasıdır.6 Bu dönemdeki seferleri sırasında Barbaros Hayreddin’le tanışmış, bu bağlantı onun padişah I. Selim’in huzuruna çıkmasını mümkün kılmıştır. Yavuz Selim’in haritacılığa özel önem atfettiği bilinmektedir. Bu, kişisel bir merak olmanın ötesinde büyük strateji kapsamındaki rolünü idrak etmiş bir bilincin göstergesidir. Kitâb-ı Bahriye 1521 yılında tamamlanmış, ancak müsvedde hâlinde kalmıştır. Dönemin teknolojisi, çoğaltma işleminin uzun ve zahmetli bir süreç olmasını gerektiriyordu. Ancak kitabın temize çekilmesi 1526 yılında tamamlanması üzerine, Pîrî Reis, eserini padişah Kanuni Süleyman’a arz etmiştir. Sultan, eseri beğenmiş 1528’de saray kütüphanesine aldırmıştır. Ancak ilginç bir şekilde bu tarihten sonra (hatta 1526’dan itibaren) Pîrî Reis hakkında hiçbir kayıt yoktur. Bu tarihyazıcılığın radarından kaybolma süreci 1547’ye kadar sürecektir. Pîrî Reis’in hayatının bir döneminin karanlıkta kalması, ister istemez aklımıza, bambaşka bir bağlamda da olsa benzer bir olayı getiriyor: İran Şahı’nın 1934 yılında Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle Atatürk’ün isteği üzerine, Adnan Saygun ilk Türk operası olan Özsoy’u bir buçuk ay içinde bestelemiştir. Büyük özverilerle sahneye konulan eser iki devlet başkanının huzurunda sahnelenir; büyük beğeni toplar. Bizatihi Atatürk’ün takdirini toplayan Adnan Saygun, çok ilginç bir şekilde, bu olaydan sonra gözden düşer, müzik ortam ve kurumlarından dışlanır, hatta İzmir’e dönüp bakkallık yapmayı bile düşünür. Saygun’un yeniden takdir görmesi, tarihsel anlamda görünür olması 1946’yı bulacaktır. Ancak savaş yıllarında bestelediği Yunus Emre Oratoryosu’nun çalınması ve takdir görmesiyle müzik hayatına dönebilir. Devlet içindeki bürokratik güç odakları, parlayana çelme takma konusunda pek mâhirdir. Devrim Otomobilleri öyküsünde de benzer bir entrika düzeni görürüz. Asıl sorunun meşhur benzin koymayı unutma meselesi olmadığı, bu çelme takma operasyonunda bir otomotiv endüstrisi lobisi ve ona organik bağı olan bürokrasinin şeytanî manevrasının payı olduğu not edilmelidir. Pîrî Reis, yüzyıllar öncesinde aynı devlet genetiğinin kurbanı olmuştur.
Pîrî Reis, saray nezdinde takdir görmeye başladıktan sonra, Kanûnî devrinin erken dönem sadrazamı Pargalı Damat İbrahim Paşa’yla yakın dostluk geliştirmiştir. Onunla birlikte sefere çıkmış, Kitâb-ı Bahriye’nin padişaha arz edilmesinde bu yakınlık büyük rol oynamıştır. Ancak İbrahim Paşa, bir süre sonra devlet içinde bir iktidar odağı hâline gelmeye başlayınca, 6 Mart 1536 tarihinde, sarayda yemek daveti tuzağına çekilip idam edilmiştir.7 İbrahim Paşa’nın bu şekilde saf dışı edilmesi, onun çevresinde bulunan kişilerin de gözden düşmesi anlamına gelmiştir. Bu kişilerden bazıları idam edilmiş, bazıları sürülmüş, bazıları görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Doğal olarak Pîrî Reis, istemeden dâhil olduğu bir iktidar savaşının ortasında kalmıştır. Bununla birlikte, onun hakkında kayıtlara en erken 1547’de Hint Kapudanlığı’na atandığı zaman erişebiliyoruz. Bu görev, o dönem o bölgede artmakta olan Portekiz nüfuzuyla mücadele etmek anlamına gelmiştir. Her ne kadar deneyimli bir denizci olsa da Pîrî Reis bu göreve atandığı zaman 80 yaş civarındadır. Yine de bu sürede önemli başarılar kazanıp stratejik önemi haiz mevki ve kaleleri ele geçirmiştir. Son olarak 1552 yılında, 30 paçalık filosuyla Umman Denizi’nde görevlendirilmiştir. Portekizliler’le Hürmüz Boğazı’nda savaşmış, kendisinden iki kattan fazla mevcudu olan donanmayı püskürtmüş, ancak kendi gemileri de hasarlanmıştır. Daha büyük bir Portekiz filosunun gelmekte olduğunu haber alınca, Basra’ya çekilmiş, burada Vali Kubat Paşa’nın kötü muamelesiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine üç gemiyle Mısır’a hareket etmiş, yolda fırtınadan bir gemiyi daha kaybetmiştir. Bu sırada devlet genetiği yeniden devreye girmiş, Kubat Paşa’yla Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa’nın kumpası sonucunda, Pîrî Reis Mısır’a ayak basar basmaz tutuklanmıştır. O tarihe kadar en güvendiği dostu ve sadrazamını (1536), hatta oğlunu (1553), iktidarını tehdit ettikleri vehmiyle idam ettiren Sultan Süleyman, kendisine aktarılan olumsuzlayıcı raporlara istinaden Pîrî Reis’in idamına hüküm vermiştir.8 Yakalanıp zindana atılan, ayağına pranga bağlanan Pîrî Reis, padişahın fermanının Mısır’a ulaşması üzerine boynu vurularak idam edilmiştir. Portekiz’in bir Hint Denizi hâkimi hâline gelmesi, bu olaydan sonra kolaylaşacaktır. Osmanlı devlet genetiğinin vasatlar zümresi, emperyalizmin arayıp bulamayacağı işbirlikçilerin tükenmez kaynağını oluşturmuştur.
Bu yazı köşesinin müdavim okuru, yazarın düzenli olarak müzik hakkında yazdığını bildiğinden, bu satırlara kadar müziğin izini arayıp sabırsızlanmış olsa gerek. Nedense aklına Pîrî Reis düşen yazar, 16. yüzyıl (‘Muhteşem Yüzyıl’; ama Akdeniz havzasındaki9 herkes için muhteşem!) Osmanlı Devleti’nin, iktidar oyunlarıyla büyük strateji arasında salınan sahnesinde, devlet gücünün sağlamlaştığı dönemlerde müziğin silikleştiğini fark etmiştir. Bugün Türk Makam Müziği’nin klasikleri sayılan eser, üslûp ve bestekârların 17. yüzyıldan başlayan bir kanonlaşma bağlamında göz önüne alındıklarını biliyoruz. Bir başka deyişle, Osmanlı modernleşmesinin seyri gibi, siyasi güç zayıflarken kültür hayatı canlanmıştır. Müzik, otoriter ve savaşçı bir bağlamda dönüştürücü bir varlık gösteremez; yüce otoriteyi olumlayıcı ve teyit edici bir yavan söyleyişe indirgenir.
En değerli amiralini iktidar entrikalarında öğüten siyasi güç, toplumsal vicdanın sesi olan müziği üretecek ortamı da kısıtlar. Müziğin içerdiği özgürleştirici potansiyeli, ancak kendi büyük stratejilerini yönetebilecek akıllar açığa çıkarır. Başkalarının büyük stratejisinin kuklası olanlar değil… Müzik özgür zihnin kartografyasıdır; harita çizen zihin, denizi bir anlam yolculuğu hâline getirir. Sesleri de…
Pîrî Reis’in rotası viya, pruvası neta, “e la nave va”!
ALİ ERGUR
1 Mayıs 2021, Denizli
1 Robert S. Bridges (2012). “Off the Edge of the Map: The Search for Portuguese Influence on the Piri Reis Map of 1513”, Student Publications, 191, s. 14 [1-31].
2 Büyük strateji kavramını, II. Bayezid dönemine, ana akım muhafazakâr tarihçilik anlayışının durağanlık hali olarak bakan, padişahın kendisine ataları ve ardılları gibi girişken olmama ithamını yönelten değerlendirmelere eleştirel yaklaşan araştırmacı yazar Reha Bilge’den ödünç alıyorum. Ayrıntı için bk.: Reha Bilge (2012). II. Bayezid, Deniz Savaşları ve Büyük Strateji, Giza Yayıncılık, İstanbul.
3 İdris Bostan (2013). “Keşifler Çağının Osmanlı Denizcisi: Piri Reis ve ‘Yeni Dünya’ Haritası”, Piri Reis’ten Önce ve Sonra: Topkapı Sarayı’nda Haritalar, BKG, İstanbul, s. 10 [4-10].
4 Mehmet İrdesel (2013). Piri Reis, Hayatı ve Eserleri, Gelibolu Belediyesi Yayını, Gelibolu, s. 15.
5 Nora Lafi (2015). “Piri Reis un cartographe ottoman en Algérie”, La Géographie, 1559, s. 14 [14-17].
6 Jean-Charles Ducène (2014). “Le kitâb-ı bahriyye de Pîrî Re’is: une rupture dans la cartographie nautique islamique”, Kurt, G. – Ünlün, Y. (derl.), Uluslararası Piri Reis Sempozyumu (12 Nisan 2013), Ankara, s. 122 [117-124].
7 İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1983). Osmanlı Tarihi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s. 358.
8 Ali Kuzu (2020). Piri Reis, Ünlü Haritacı ve Denizci, Parola Yayınları, İstanbul, s. 33.
9 Fernand Braudel (1990). La méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, 2. Destins collectifs et mouvements d’ensemble, Armand Colin, Paris, s. 356.