İş Sanat’ta Sesin Yüz Elli Tonu:
Sanatın Özü Olarak İnsanın Kusurluluğu
Yakın zamanlara kadar bilim-kurgu edebiyatının vazgeçilmez unsuru olan robotlar, günümüzün yüksek-teknolojiyle sarılı dünyasında hızla yerlerini almaktalar. Önce fabrikalarda, imalat bandının bir parçası olarak ve salt işlevsel kapsamda biçimlendirilmiş, kendi kendine hareket edebilen bu araçlar, hem üretime hız kazandırıyor hem hata payını yok denecek ölçüde azaltıyordu. Robotik teknolojisi kusursuzluğu vaat etmekteydi. Nitekim bugün, kusursuzluk hem robot temelli eylemde hem genel anlamda yüksek teknolojinin düzenlediği bütün alanlarda, insan aklının yol açtığı sorunların giderilmesi için şevkle benimsenen bir ilke haline gelmektedir. Bu nedenle, insanın ustalık becerisinin en bâriz olarak somutlaştığı alanlarda bile, hatta belki öncelikle orada, robotların en hayati nitelikteki işleri üstlenmeye başladıklarını görüyoruz. Da Vinci robotunun cerrahide çok incelikli müdahaleleri yapabilecek karmaşık bir düzenek olarak çalışması, bildiğimiz 'insan becerisi' mefhumunu da kökten değiştirmekte olduğunun en çarpıcı kanıtlarından biri olarak yorumlanabilir. Uzay araştırmalarından tehlikeli laboratuvar deney ya da işlemlerine, derin deniz dalışlarından radyoaktif ortamlardaki operasyonlara kadar birçok alanda robotik teknolojisinin yaygınlaşmasına tanık oluyoruz. İnsanın biyolojik varlığını zorlayan ya da tehdit eden durumlarla baş etmede robotların mekanik üstünlükleri hem tartışılmaz hem son derece yararlıdır. Ancak dünyamız uzun yıllardır neo-liberal politikaların yol açtığı eşitsizlikler ve şiddetle kıvranırken, silah teknolojisi dışında (yani şiddete şiddetle karşılık vermekten başka), robotların, bu toplumsal sorunları bertaraf etmek için kullanıldıklarını göremiyoruz. Tersine, robotik, yine ve kaçınılmaz bir şekilde acımasız bir piyasanın gayri-âdil paylaşım düzenine destek olarak tasarlanıp kullanılabiliyor. O yüzden, robotların toplum hayatına katılması, emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasına değil, derinleştirilmesine yönelik sonuçlar veriyor. Üretim alanının yanı sıra hizmet robotları da hızla gündelik hayata sızmaktalar. Bu tür robotlar insan görünümüne yakın olanlar; zira insan, emrinde bir köle gibi kullansa da, robotu, anlam ve duygu alış-verişi sağlayabileceği bir benzeri gibi görmek istiyor. Bu 'hizmet'lerin başında, kuşkusuz cinsellik gelmektedir. Nitekim seks robotlarının, hızla mükemmelleşerek rağbet görmeleri, bu steril hazza dayalı ve duygusal/cinsel partnerin getireceği olası sorumluluk yüklerinden kaçışı içeren eğilimi açıklar görünmektedir. Robotların bunca toplum hayatına girmeye başlaması, insanın en özgün etkinliği olan sanatın da algoritmalarla biçimlenen bir yaratı alanı haline dönüşüp dönüşmeyeceğini sorgulatıyor. Robot sanat yapabilir mi?
Sesleri programlamak, tınıları sentezlemek, bir bilgisayarın belleğine karmaşık bir senfoni yapısını yüklemek zaten uzun süredir teknik olarak mümkündü. Şimdi ise yapay zekâ ile birlikte gelen yeni ve önemli bir aşamaya ulaştığımızı iddia etmek mümkündür: Artık makinenin yalnızca icracı değil, aynı zamanda tasarlayıcı olma iddiasında olduğu bir dünyaya giriyoruz. Bunun işleri kolaylaştırıcı, mutluluk getirebilecek boyutları olduğu kadar, korkutucu ve beklenmedik veçheleri de vardır. Uçağı uçururken, nükleer santrali çalıştırırken, hassas bir cerrahi müdahale yaparken aranan özellik olan kusursuzluk, sanat yaparken sahiden gereksinim duyacağımız bir vasıf mıdır? Daha doğrusu, Amsterdam Concertgebouw ya da New York Filarmoni Orkestrası'nı dinlerken duymayı talep ettiğimiz, böylece bizi büyüleyen kusursuzluk ile aynı toplulukların matematiksel anlamda idealleştirilmiş robotik taklitlerinin yansıttığı kusursuzluk aynı anlama mı gelir? Sanatı insani kılan ve karşılığında onu daha fazla insanlaştıran niteliği, mutlak bir kusursuzluk değildir; ölçülemeyecek kadar küçük, işitilemeyecek kadar belirsiz de olsalar, insan tarafından tasarlanıp icra ediliyor olmaktan kaynaklanan kusurluluklarla mâlûl olmalarıdır. Diğer bir deyişle, sanat, özünde kusursuzluk iddiası barındırıp hiçbir zaman saf anlamda kusursuz olmamasıyla sanat olabilir. İnsanın kusurluluğu onu öngörülemez, çoklu, belirsiz, yıkıcı ancak aynı zamanda üretici kılar. Sanat, ancak böyle bir özsel kusurluluğun ürünü olursa sanat olur. Robotlar, insanın kusurluluğunu taklit etseler bile, bu öngörülmezlik, robotik algoritmalar tarafından muhtemelen hiçbir zaman tam anlamıyla ele geçirilemeyecektir.
Bir virtüoz sanatçıda hayran olduğumuz, bizi bir çeşit dinsel ayin gibi büyüleyen icrasındaki yorum becerisi, aynı eseri bile çalsa, her konserde ayrı bir tınısallık, ayrı bir vurgulama tercihinin, hatta ne kadar kendisinden bu beklenmese de, her an hata yapabilme olasılığını potansiyel olarak barındırıp hiç yapmamasından kaynaklanır. Diğer bir deyişle, icracı sanatçı karşısında, dinleyicinin (ister eksper ister hevesli amatör olsun) aslında gizli bir ambivalansı, çift-değerlikliliği vardır: Onun sanatı (müziği) ne ölçüde kusursuz icra ettiğine kendi duyularıyla tanık olup ona hayranlık duygularını pekiştirirken, bir çeşit dinsel huşû hali deneyimler; kendisinin hiçbir zaman olamayacağı bir insan imgesi üzerinden hem insanın becerisine hayran kalır hem kendi sıradanlığını hatırlar. Ancak diğer yandan, sahne üzerindeki icracı sanatçı, arenada aslanların önüne atılmış esir gibidir. Doğanın vahşi güçlerine (insan aklının hata yapmayla mâlûl olması, biyolojik sınırlılıkları) yenilmesi olasılığının tetiklediği bir diken üstünde olma hali, hem dinleyiciyi hem sanatçıyı her an kuşatır. Dinleyici, gizil bir arzuyla, sanatçının aslanlara yenilmesini temâşâ etmenin hazzını da çok derininde bütün şiddetiyle yaşar. Sanatçının toplumsal gücünü, ironik bir şekilde bu kırılganlığı inşa eder. Ancak bu vahşi duygular, medeniyet tapınağı olan konser salonlarında, opera evlerinde, en olmadıkları hale bürünmüş olarak, yer yer abartılı da olabilen bir büyülenme ritüeli biçiminde hem gizlenirler hem tezahür ederler.
Bu düşünceler içinde, 29 Mayıs 2018 akşamı İş Sanat'ta, kusursuzluğun estetiğine hayran olduğumuz, ancak özünde insani kusurluluğun duyarlılığını barındıran bir resitali dinledik. Kemancı Renaud Capuçon ve piyanist Khatia Buniatishvili bir buçuk saatlik müzik şöleninde insani kusurluluğun nasıl muhteşem eserler ortaya çıkarabildiğini bize kanıtladılar. Konser, 46. İstanbul Müzik Festivali kapsamında bir etkinlik olarak düzenlenmişti. Bütün kurumların, iyi çalışan nadir yapıların teker teker yok edildiği günümüz Türkiye’sinde ayakta alkışlanası bir başarıya imza atan, festivali sahici anlamda uluslararası boyutta kurumsallaştıran İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı takdiri fazlasıyla hak ediyor. Konser, romantik oda müziğinin özütü diye adlandırabileceğimiz eser ve bestecilerden oluşmaktaydı. Özenle hazırlanmış program dergisinin konsere katkısını da geçerken not etmemiz gerekiyor: Müzikolog Nihan Tahtaişleyen’in notları, genellikle Wikipedia yalınkatlığıyla geçiştirilen bu tür yayınların aksine, dinleyiciye önemli ve derinlikli bilgiler veriyor.
Antonín Dvořák, Edvard Grieg ve César Fanck’ın eserlerinden oluşan, görece kısa ancak özgül ağırlığı yüksek bu müzik şöleni, aynı zamanda Avrupa coğrafyasında bir gezi anlamına da geliyor. Çıkışı itibariyle, hızlı kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği yapı, olgu ve değer dönüşümlerine bir tepki olan muhafazakârlığın estetik izdüşümü Romantizm, zaman içinde farklı anlamlar ve biçimler kazanarak on dokuzuncu yüzyıl sonlarında, folklorik ögeleri de içine belli ölçüde dâhil ederek, kitlesel bir beğeni matrisi oluşturmuştur. Bugün pop müzikten senfonik eserlere kadar önemli ölçüde hâlâ romantik bir duyarlılığın egemenliğini sürdürdüğünü iddia etmek yanlış olmaz. Modern dünyanın büyüsünden sıyırdığı toplumsallaşma biçimleri karşısında, belki bir umarsız özlem (felsefe muhitinde buna nostalji denir!) duyan insanın, ‘henüz her şey yolundayken’ doğadan damıtılan sesleri araması bundandır; bütün alt-dönemleriyle Romantik çağın, büyük eşitsizlikler, derin emek sömürüsü ve Dünya’nın araçsal akılla tüketilme sürecinin başlangıcı olduğunu unutarak. Elbette bütün bunlar, romantik bestecilerin eserlerinin müzikal değerine halel getirmez; ancak onları ‘iyi müzik yapan son insanlar’ olarak kutsamamıza da izin vermez.
Dvořák, Slav dünyasının tarihsel hüznünü, Grieg, İskandinav buzulluğundaki ince ve melankolik duyarlılıkları, Franck ise, hızla kapitalistleşip dünya önderi haline gelen sınai devi Fransa’nın, henüz bu kömür-çelik çağının parçası olamamış kırsal çekirdeğinin sesini romantik bir kalıba dökebilmiş bestecilerdir. Capuçon ve Buniatishvili ikilisi, özünde zaten ince dalgalanmalar halinde, insanın doğayla ikili ilişkisini ustalıkla betimleyen bu eserleri, nefes kesici bir ruha nüfuz edişle yorumladılar.
Renaud Capuçon 1976 Chambéry doğumlu, bir kemancının hayal edebileceği en görkemli kariyerlerden birini yapabilmiş sağlam bir Fransız yorumcu; arşesine bu denli hâkim, çalgının kısıtlılıklarını saldırgan bir teknisyenlikle değil, yumuşak bir ustalıkla bu denli incelikli kullanan az sayıda kemancı vardır. Nitekim Capuçon’un konser boyunca eserlere getirdiği yorum, yalnızca sese kattığı duygu, müzikle iç içe geçirdiği kendi ruhuyla açıklanamaz; teknik anlamda, sayısız gürlük farkını, sıradan dinleyicinin bile kolaylıkla hissedeceği şekilde ifade edebilme becerisini de hesaba katmak gerekir. Aynı damardan türeyen bir gürlük paleti genişliğini de 1987 doğumlu Gürcü/Fransız piyanist Khatia Buniatishvili’de bulabiliyoruz. Bununla birlikte iki sanatçının üslûp ve müzikal karakter özelliklerinin birbirinden epeyce farklı olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak, bu farklılıklar, aynı müzikal yorum ekseninde buluşmalarını engellememiş. Capuçon, sonuna kadar lirik bir yorumcu olmasına karşın, mesafeli ve ölçülü bir tavrı da koruyabilen bir sanatçı. Oysa Buniatishvili, günümüzde tutkusal çalışın cisimleşmiş hali olarak parmakla gösterilebilecek nadir sanatçılardan biri. Ancak özellikle romantik eserlerdeki bu tutkulu çalış, onu tavır ya da karakter olarak bir sahne canavarına dönüştürmüyor. Yumuşacık ve sanki onca zorluğu içeren bir işi yapmıyormuş gibi zorlanmayan bir güler yüzlülükle icrasını ortaya koyuyor; her türlü zorluğu yenmiş bir saat ustasının mütevekkil sükûneti ya da belki kurbanıyla hiçbir empati kuramayan psikopat bir katilin geçirgen olmayan duygulanımı gibi. Buna mukabil, Buniatishvili, kendi persona’sını, sahne duruşunu, Ervin Goffman’ın deyişiyle, ‘kendilik sunumu’ için gerekli olan ‘kişisel cephe’yi de müzikal ifadenin bir parçası olarak gören bir sanatçı. Nitekim İstanbul konserine de (İstanbul’un Osmanlılarca fethedildiği ya da Bizans’ın düştüğü gün!) alev kırmızısı, ışıltılı bir elbiseyle çıktı. Romantik bestecilerin hüzünlü ifadeleriyle kontrast mı, yoksa İstanbul’a hak ettiği tutkulu selamla mı? Bizce hiçbiri değil; sanatçının ne fetihler ne düşüşlerle övücü-yerici bir ilişkisinin olamayacağını, kültürün ancak eklemlenmeler ve etkileşimlerden ibaret olduğunu bilen bir bilincin saygınlığında başka bir anlam aramak doğru olmaz.
Capuçon ve Buniatishvili, birbirini perdelemeyen, yıldız sanatçı kompleksine düşmeden diğerine alan açan iyi bir ikili sarmal oluşturdular. Ancak bu bütünlüğü sağlayan en önemli unsur, her iki sanatçının da, kendi üslûpları içinde, insan duyularının, iyi bir eğitim ve sıra dışı bir yetenekle, nasıl olağanüstü bir ince motor beceri şeklinde tezahür edebileceğini kanıtlıyor: Her iki sanatçı da, mevcut icra standartlarında ve kompozisyon pratiğinde karşılığı nadiren bulunacak sayı ve çeşitlilikte gürlük (ses yoğunluğu) farklılaşmalarını muhteşem bir ustalıkla üretebiliyorlar. Capuçon ve Buniatishvili’yi dinlerken, mevcut ses gürlüğü işaretlerinin (fff, ff, f, mf, mp, p, pp, ppp) yetersiz kaldığını, onların çıkarabildikleri ince farklılaşmaları layıkıyla ifade edebilecek yeni işaretler icat edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Üstelik bu farklılaşmalar yalnızca bir desibel meselesi değil; dokunuştaki (tele arşenin teması ya da keçe çekicin vuruşu) tınlama ve titreşime alenen ruh verebilme becerisiyle tamamlanan özel bir söyleyiş biçimi. Böylece seslere yalnızca anlam ve duygu katmış olmuyorlar; aynı zamanda her titreşimi, kendine özgü bir şahsiyet haline getirip doğaya bırakıyorlar; ondan aldıklarını ona insan aklıyla kutsanmış olarak geri veriyorlar.
Capuçon ve Buniatishvili, farklı müzikal üslûp ve güzergâhlardan gelip doğru bir şekilde ortaklık kurmuş bir ikiliye dönüşmüş. Bu romantik konserler dizisi, esasında 2014 kayıt ve yayım tarihli bir CD projesi etrafında şekillenmiş görünüyor. César Franck’ın (1822-1890) La majör Keman ve Piyano Sonatı (Allegro ben moderato / Allegro / Recitativo – Fantasia – Ben moderato – Molto lento – a tempo moderato / Larghetto); Edvard Grieg’in (1843 – 1907) Op.45, 3 numaralı Do minör Keman ve Piyano Sonatı (Allegro molto ed appassionato / Allegretto espressivo alla Romanza / Allegro animato); Antonin Dvořàk’ın (1841 – 1904) Op.75 (B 150) Romantik Parçalar (Allegro moderato / Allegro maestoso / Allegro appassionato / Larghetto) eserlerini seslendirdikleri bu CD, temiz bir kayıtla dinleyiciye Erato tarafından sunulmuş.
Bu iki olağanüstü sanatçıyı dinlerken, sanatın insan etkinliği olarak, en azından daha uzun bir süre, hızla insan melekelerinin yerini alan yapay zekâ ve robotların işgalinden korunabilecek sağlam bir kale olduğuna dair inancımız pekişiyor. Zira bunca mükemmeliyet, bizi bunca hayran bırakan kusursuzluk, aslında daima eksikli ve kusurlu olan insan aklının ürünüdür. Hayran olduğumuz bu pürüzsüz icra, her an bir hata yapma olasılığını barındırdığı için iyi sanat olarak niteleniyor. Yapay zekânın taklit ederek öğrenmeye dayalı algoritmik zihni (ona ‘zihin’ diyebilirsek eğer), hatayı bile taklit edebilir; ancak ona temel oluşturan insani kusurluluğun biricikliğini içselleştiremez. İşte bu yüzden sanat, insanı insan yapan en üstün anlam üretimi ve beceri sergileme alanıdır. Doğaya meydan okumayla ona ondan dönüştürdüklerini geri verme eylemini aynı süzülmüşlükte buluşturan tür, yalnızca insandır. Sanat yalnızca duygularla yapılmaz; ancak duyguyu itkiden ayırarak onu teknik kusursuzlukla birleştirerek yüceltmeye çalışarak yapılır; daima kusurlu bir zihnin gölgesini üzerine düşürerek. Robotların sanat yaptığı bir dünya henüz uzak bir hayal gibi görünüyor. Duyguları disipline soktuğumuz zaman sanat oluyor. Ya itkisel olanı olduğu gibi kendi haline bıraktığımız durumlar için ne demeli? Robota âşık olmak uzak bir öngörü değil.
Bereket sanat var!
ALİ ERGUR
1 Haziran 2018