Sesin belleği, görüntününkinden daha zayıftır. Anılarımızda tortulanan anı parçaları, önemli ölçüde görsellik üzerinden kurulmuşlardır. Ses, bellekte anlık değilse de, uzun vadeli olmayan, o yaşanmışlığın tarihsel konumundan uzaklaşıldıkça yayılıp bozulan ya da sinsi bir 'beyaz gürültü' tarafından silinen bir doğa olayıdır. Anları işaretlemek için ses çok uygun bir araç gibi görünmüyor. Buna mukabil, ses, sıradan bir titreşim olmaktan çıkıp düzenli ve yapay bir sistem halinde tezahür ettikçe, diğer bir deyişle müzik niteliği kazandıkça, tam tersine ânı damgalama gücünü elde eder. Müzik ânı damgalar; koku gibi, o ânı unutulmaz kılar. Duygu belleğinin bu iki önemli kaydedicisi, hayat akışımızın sayısız sıradanlığı içindeki istisnai tekil anları sonsuza dek nöronlarımıza nakşetme yeteneğine sahiptir. Kokunun damgalayıcılığı evrensel bir kalıcılık arz etse de, sesin vurucu gücü, ancak müzik olabildiğinde mümkündür. Bunun istisnaları, ancak çok güçlü ve sarsıcı anılarda belki söz konusu olabilir. Müziğin bu ayrıksı özelliği, onun hem nöro-fizyolojik bir süreç olmasıyla, hem toplumsal anlamda üzerinde uzlaşılan bir kodlar bütünü olmasıyla açıklanır. Oliver Sacks eşsiz eserinde, türlü nörolojik bozuklukların toplumsal sonuçları tartışılırken, müziğin beyinde ayrı bir konumlanışı, fizyolojisi, nörolojik süreci olduğundan bahseder. Konuşma (en basitinden kekemelik) ya da hareket sorunu olan (ağır Tourette sendromlu bir piyanist örneğini verir) kişilerin bile, müzik yaparken bu defektleri yokmuş gibi davranabildiklerini, bazen de rahatsızlığın müzikteki yaratıcılığı kamçıladığını çarpıcı örneklerle gösterir.1
Aklımızda olumlu ya da olumsuz anılar olarak kazınmış sesler de genellikle az ya da çok müziğe yakınlık gösterenlerdir. Oysa insanın sıradan gündelik konuşma sesi, çok tanıdık ve tipiktir. Tanıdığımız bir kişinin sesini duyar duymaz ayırt edebiliriz. Sese karakterini veren özgün tınısal bir bileşimi vardır. Bununla birlikte böyle bir tanıma becerisi, ancak yinelenme ya da tazelemeyle mümkündür. Zira o çok ayırt edici olduğunu düşündüğümüz sesin beynimizdeki ses imgesi, görsel bir imge gibi kazınarak kalıcı olma (bu belki nörolojik anlamda daha çok sinaps bağlantısı, o belli sinyale tahsis edilen daha fazla adette nöron bulunması anlamına gelmektedir) konusunda daha zayıftır. Yenilenmedikçe beslenemeyen ses anısı, hele günümüzde olduğu gibi, çok fazla akustik uyaranın akıp gittiği bir dünyada yaşıyorsak, hızla silinmeye meyyaldir. Kaybettiğimiz bir dostumuz, yakınımız, akrabamız, hatta ana-babamız, görsel imgeleriyle belleğimizin başköşelerinde var olmaya devam ederler; ancak sesleri, o en sevdiklerimizin, en yakınlarımızın bile sesleri, tedricen, yavaşça ama acımasızca silinirler. Onlar yitip gittikten uzun yıllar sonra, birden karşımıza çıksalar seslerini muhtemelen hemen belleğimizin ardiyesinden geri çağırabiliriz. Ancak onlar yokken (yaşadığımız acı gerçeklik de budur zaten) ve yok oluşlarının süresi uzadıkça, seslerinin ayırıcı özellikleri sinsi bir şekilde belleğin cari işlem bankosundan uçar gider. Israrla hatırlamaya çalıştığımızda ise çoğunlukla görsel anılar aklımıza doluşur. Görüntü, beynin korteksine kök salan bir ağaç gibidir; oysa ses uçarı bir buluttur.
Sesin kaydedilebilmesi, görüntünün kaydedilebilmesi gibi, tarihsellik mefhumumuzu kökten değiştirmiştir. Bu anlamda, gerçek görüntüsü ve sesi kayıt edilmiş durum, olay ve kişilere dair bilgi ve tasavvurumuz ile bu teknik olanağın icadından öncesindekilere ait olanlar arasında ciddi bir bilişsel ve ontolojik bir yarılma söz konusudur. Fotoğrafın icat edilip henüz ses kaydının yapılamadığı 19. yüzyıl kesitindeki imgeler, gizemli tarihsel işaretler gibi dururlar; yönsüz ve noktasaldırlar. Öte yandan fotografik imgesi de olmayanlara oranla kuşkusuz çok daha belgesel özellikleri vardır. Bununla birlikte tarihin arafında kalmış gibidirler. Örneğin Franz Liszt'in fotoğraflarına sahibizdir de, muhteşem virtüozluğunun kanıtı ses kayıtları elimizde yoktur. Kayıt teknolojisinin 1877'den itibaren kullanıma girdiği, ilk örneklerin, teknik nedenlerle dinlenemez düzeyde oldukları, zaten üstâdın da 1885'te terk-i dünya ettiği düşünülürse, sesini tarihe şerh düşme olanağını, her ne kadar kendisi bunu pek tercih etmemiş olsa da, ucundan kaçırmış olduğu düşünülebilir. Aynı şekilde Ludwig van Beethoven'in öldüğü sıralarda (1827) ilk fotoğraf çekilmiş (1826 veya 1827), ancak teknolojisi henüz yaygınlaşmamıştı. Zaten bu teğet geçmeler bir yana bırakıldığında, 19. yüzyıl öncesindeki tarihin tamamı bizler için ses ve fotografik görüntü kaynağı olmayan, ancak aslına benzetme yeteneği en fazla olan ressamların fırçasından çıkmış portrelerle sınırlı bir kayıt alanı sunar. Hatta 15. yüzyılın gerisine gidildiğinde, gerçeklikten git gide uzaklaşan, karikatür-soyutlama-stilizasyon karması resimlerle baş başa kalırız. Bazen soyluların gerçekçi maskeleri (Kral Tuth-Ankh-Amun'un son altın ölüm maskesi) ya da resimleri (Fayyum tarzı Mısır portreleri) görsel bir belge sayılabilirse de, çoğu zaman, böyle bir olanak da mevcut olmamıştır. Böylece, sanayi çağı öncesi geçmiş, bizler için hayal gücümüzün resimlediği, buna koşut olarak da hayli uzak ve bulanık bir başka dünya halinde dalgalanır. Lascaux Mağarası'nda elinin izini duvara çıkarmış insanlar hakkında ise, ancak çağdaş sinema sanatının desteğinde imgelerimiz oluşabiliyor. Her durumda, bu bulanık imgeler bile görselliğe dair izler olarak varlar. Ses ise kayıt-öncesi çağda, yani tarihin çok büyük bir kesiminde, hepten nâmevcuttur.
Bu ses yokluğu, arkeolog, filolog, paleotolog gibi araştırmacıların geniş bir hayal gücüyle işlerini yapmalarını gerektirmiştir. Bugün 'ölü diller' olarak adlandırılan bilgilerin araştırıcıları, uzmanı oldukları (örneğin hakkında doktora tezi yazdıkları) dilin dilbilgisini, imlâsını, sözdizim ve anlambilimini eldeki yazılı belgeler ölçüsünce öğrenmekte, ancak dilin en önemli unsuru olan sesinin nasıl olduğunu kesin olarak bilememektedirler. Bu bilgi, o dili konuşan son insan öldüğü zaman, sonsuza kadar bilinemeyeceklerin karanlık listesine eklenmiştir. Örneğin Hitit dili (Neşali), imparatorluk M.Ö. 1190 civarında çöktüğü zaman değil, güneye doğru beylikler halinde yayılmış son Hitit topluluklarının da yok olmasıyla (yaklaşık M.Ö. 8 yüzyıl civarı) yeryüzünden tamamen silinmiş, diğer bir deyişle sesini sonsuza dek kaybetmiştir. Çağdaş araştırmacılar, eski ve yitik dillerin seslerini ancak tahmin edebilirler; müziğini ise ancak hayal dünyasında yeniden inşa edebilirler. Örneğin Hitit dilinde yazılmış bir metni bugün rahatlıkla okuyabilmemize rağmen, sıklıkla kullanılan Sumerce ideogramların, okunurken yine Sumerce kendi sesi ve hece değeriyle mi yoksa o işaretin Hitit dilindeki karşılığı olan sözcükle mi seslendirildiğini bilmiyoruz. Çivi yazılı harflerin (hecelerin) yaklaşık fonetik değerini bilsek de tam telaffuzlarını tespit etmemiz mümkün değildir. O nedenle, kayıt-öncesi çağlar, biz modernler için sessizliğe mahkûm taşıl bir cepheden başka bir şey değildir. O dünyayı ne kadar zihnimizde canlandırmaya çalışırsak çalışalım, seslerden yoksun bir toplum hayatı, donmuş imge parçaları ve derinliksiz bir hayalden ibaret kalır.
Eski çağlar, bizlerin gözünde, ses evrenlerini keşfedebildiğimiz ölçüde canlılık kazanmışlardır. Helen şehirlerinin, Mezopotamya sitelerine oranla daha devingen ve gerçekçi bir imgeyle tarihten günümüze taşınabiliyor olmaları, onların müziklerine ve ses sistemlerine çok daha fazla hâkim olmamızla da ilgilidir. Günümüze yaklaştıkça daha fazla belge ve en önemlisi süreklilik buluruz. Örneğin bugün eski Helence'yi ya da Latince'yi ana dili olarak konuşan kimse kalmamış olmasına rağmen, bu dillerin kültürel sürekliliği sayesinde, yalnızca yazılarını değil seslerini de muhtemelen kesin olarak günümüze aktarabilmekteyiz. Sesin günümüze taşınması ise önemli ölçüde müziğin süreklilik arz etmesiyle mümkün olur. Oysa büyük kopuşlar (istilalar, katliamlar, hastalıklar, savaşlar, vb.) yalnızca devletlerin yok olmasına değil, aynı zamanda, belli bir zaman içinde kültürlerin de silinmesine neden olmuşlardır. Helen uygarlığından itibaren bu tür kopuşlara daha az rastlarız. Ancak öncesi, muğlak bir iki-boyutlu hayal evreni olarak kalmaya mahkûmdur.
Bugüne miras kalmış Anadolu müziğinde kuşkusuz, eser miktarda da olsa Hitit sesleri gizlenmiştir. Aynı şekilde Hurrice, Palaca, Luwice, Hattice gibi aynı çağın başka dillerinin ve kültürlerinin tortuları bugünün ses mirasında belli belirsiz hayaletler gibi dolaşmaktadırlar. Ancak bunları ayırt ve teşhis etmek olanaksızdır. Bununla birlikte, müziğin kendisi olmasa da onun unsurları ve temalarına dair bazı belgelere de sahibiz. Örneğin Hitit metinlerinde anılan çalgı adlarının ve bunlarla kullanılan fiillerin neler olduğunu biliyoruz. Buna göre INANNA: Lir; arkammi- : Davul; BALAG.DI: Tef; galgalturi- : Çalpara; GI.GÍD: Kaval; huhupal: Bazen içine şarap ya da bira konulup içilebilen tef; mukar: Ritm çalgısı, kutsal bir işlevi olan, zillerden oluşan sistrum benzeri çalgı; šawatar/sawitra- : Boynuz (kornonun atası); TIBULA (ŠÀ.A.TAR): Lavta olarak tespit edilmiştir.2 Ancak bu özdeşleştirmeler de, benzetme, karşılaştırma, akıl yürütme gibi yöntemlerle yapılmaktadır. Çoğunlukla bu çalgıların kendileri de kayıp olduğu için, yeniden inşalar yalnızca resim, çizim, mühür baskı, ortostat, kabartma, vb. gibi görsellerden dolaylı yolla elde edilmektedir.
Günümüzde, eski çağın çalgılarını yeniden imal etmek, önemli ve git gide rağbet gören, çoğu zaman akademik bir etkinliktir. Bunlardan biri Türkiye'de gerçekleşmiş, müzik tarihçisi Oğuz Elbaş'ın on iki yıl süren araştırma ve hazırlık çalışmaları sonucunda 2009 yılında, bir Avrupa projesi kapsamında, 3700 yıl öncesinin çalgılarından on biri yeniden imal edilmiş ve besteci Ertuğrul Bayraktarkatal tarafından, Hitit çalgılarının özelliklerine uygun senfonik bir eser bestelenmişti. Yurtdışı ve yurt içinde birkaç konserle taçlandırılan bu çalışma, en ince bilimsel verileri de kullanmış olsa, günümüzün ses evreninin cinsinden bir geçmişe bakış olarak kalmaya mahkûmdu. Projeye verilen emek çok büyük, ortaya çıkan eser çok değerliydi. Ancak yâd edilen çağın sesini, ona en çok yaklaşarak da olsa, ancak hayal edebilirdik. Zira Hitit çağının sesine sahip olmadığımız gibi, müzik eğitimi, nota sistemi, şarkılar kitabı, müzik sözlükleri gibi unsurlarından da yoksunuz.3
Eski çağın sesinden tamamen yoksun olduğumuzu sandığımız bir zamanda, sesin kendisi değilse de, nota benzeri yazımına dair az sayıda belge bulunmuştur. Bunların en tanınmışı ve yeryüzünün bilinen en eski şarkısı Tanrıça Ninkal'in Hurrice bir ilahisidir. 1950'li yıllarda Ugarit kazıları sırasında keşfedilen 29 tabletten tek okunabilir durumda olanı, Yeni Babil devrine (M.Ö. 13. yüzyıl) tarihlenmektedir. Üç sütuna bölünmüş tablette (1) tel düzeni; (2) aralık sayıları; (3) aralık adları zikredilmektedir. Dokuz telli bir çalgı için tarif edilen ezgi, aynı zamanda, günümüze temel teşkil eden yedi basamaklı ses sisteminin, uzun süre sanıldığı gibi Helen uygarlığı ürünü değil, Mezopotamya kökenli olduğunu da kanıtlamaktadır. Arkeo-müzikologlar Anne Draffkorn Kilmer (1972) ve Marcelle Duchesne-Guillemin (1978) farklı yorumlarla, bu ezginin nota transkripsiyonunu gerçekleştirdiler.4 Yakın zamanlarda ise Richard Dumbrill farklı bir yorumla bu tableti müzikleştirdi. Tabletteki talimatların ayrıntısına rağmen, farklı bilim insanları, farklı tarihlerde, aynı tableti farklı şekillerde yorumlamışlardır. Dünyanın en eski ezgisinin tarifi bilinse de, seslendirilmesi, bir ilk örnek mevcut olmadığı için, tam olarak mümkün değildir.
Müzik bizi gerçekliğe bağlar. Deneyimin olgusallığı, ancak ses üzerinden kurulan bağlantıda somutlaşır. Ancak ses uçucu ve kırılgandır; bir yandan var olduğunda son derece etkileyici ve işaretleyicidir, diğer yandan yokluğunda, insan belleğinden hızla silinir. Ses, ancak müzik halini aldığında belli bir korunabilirlik kazanır. Müzik yaşanmışlığı, deneyimi, duyguları, iletişimi, simgeleştirmeyi, hepsinin toplamı olan toplumsallığı taşır ve kodlar. Ancak müziğe dair ipuçlarının da yittiği bir tarih derinliğinde ise yalnızca hayaller inşa edebiliriz. Bu inşayı mümkün olduğu kadar bilimsel yöntem, bulgu ve araçlarla destekleyerek yapsak da, ister istemez bir epistemolojik boşluk kalır. Bilgi rejimini ve mümkünler evrenini bilmediğimiz bir çağın ruhunu yakalamamız olanaksızdır. Sesine ulaşamadığımız eski çağın toplumlarıyla aramızda kalan düşünsel açıklığı anlamak mümkün; ancak bunca iletişim akışı içinde sesi git gide kısılan bir toplumun kendi içindeki karanlık uçurumu anlamamız mümkün değil. Günümüz Türkiye toplumu yalnızca vicdanını değil sesini de kaybediyor. Müziğinin anlamlı bir üretime tekabül etmeyip git gide sayıklamalara dönüşmesi bizi şaşırtmamalı. Müzik gerçekliğimizdir. Ona ancak sesimizi yansıtabiliriz.
Sesi olmayan toplumlar, tarihteki uzak yaşanmışlık imgeleri gibidirler; yokturlar.
ALİ ERGUR
1 Ekim 2018
1 Oliver Sacks (2008). Musicophilia, Tales of Music and the Brain, Vintage Books, New York, 249.
2 Sedat Alp (1999). Hititlerde Şarkı, Müzik, Dans, Hitit Çağında Anadolu'da Üzüm ve Şarap, Kavaklıdere Kültür Yayınları, Ankara, 8-13.
3 Aygül Süel (2011). "Hitit Metinlerinde Müzik", Oğuz Elbaş (der.), Türkiye'de Müzik Kültürü, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara içinde, 109-118.
4 Belkıs Dinçol (1999). Eski Önasya ve Mısır'da Müzik, Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 53-56.