Türkiye’de sanatçılara hayattayken hak ettikleri ilgiyi göstermek nâdirattandır. Hangi alanda olursa olsun, sanatçı toplumun önemli kesiminin ve kamu otoritesini elinde bulunduranların gözünde, genellikle ‘kolay harcanabilir’, üstelik ‘pek de işe yarar işler yapmayan’ olarak algılanan, ‘olmasa da olur’ muamelesi gören bir insandır. Türkiye’nin sanat tarihi, bu tür kadri bilinmemiş, ölümünden sonra değeri anlaşılmış, ancak yoksulluk ve unutulmuşluk içinde ölen sanatçı öyküleriyle doludur.
Ancak beteri var! Daha ne ürettiği tam olarak belli bile olmayan ya da pop zevklere, günün siyasi âvârızına uygun ‘eserler’i piyasaya süren, sanatının içeriğinden ziyade, medyatikleşmiş imgesinden (magazin haberleri dâhil; hatta en çok onlar) nemâlanan sanatçı tipleri de günümüzün kültür endüstrisi manzaralarının sıradan olguları haline gelmiş durumdalar. Çoksatar raflarını dolduran kolay okunur (‘easy listening’ gibi bir şey bu!) kitapları, bolca marketing desteğiyle kapış kapış tüketilen yeni bir yazar kuşağı söz konusu artık. Bunların eserlerinden ziyade ‘imaj’larının kamusal dolaşıma girmesi, prim yapanın bu imgeleştirme ve indirgenmiş okuma pratiği olduğunu görmek, Türkiye’nin geldiği kültür seviyesi açısından hem hüzünlü hem gülünç. Edebiyat kadar görsel sanatlarda ve müzikte de böylelerini gözlemleyebiliyoruz. Gençlik yıllarımda Attilâ İlhan’ın nice romanını, denemesini devirip üstâdın suretini bir kez bile görmemiş olduğumu hatırlıyorum; hem görsellik rejimi henüz her yeri işgal etmemişti, hem buna gerek yoktu. Âyinesinin işi olmasının kişiyi tanımladığı yıllardı!
Titiz ve arı gibi üretken bir çalışmanın kamusal alanda görünür olmaktan çok daha makbul olduğu dönemlerin anıtsal edebiyat kişilerinden birisi de kuşkusuz Yaşar Kemal’dir. Türkiye’nin bu kolay kolay yetiştiremeyeceği türden (hele bugünlerin çorak topraklarında hiç) ağır topu olan Yaşar Kemal’in adı Nobel ödülü için geçmiş, ama bu beklenti bir türlü gerçekleşmemiştir. Bunun nedenlerinin ne zannedildiği gibi tam anlamıyla siyasi, ne edebi olduğunu söyleyebiliriz. Mesele daha ziyade toplumsal-ekonomik bir olgu gibi duruyor: Yaşar Kemal, büyük bir maharet ve yazı işçiliğiyle, benzersiz ve leziz bir üslûpla çözülmekte olan kırsal bir Türkiye’yi, toplumbilimsel kesinlikle söylersek tarım toplumunu anlattı. Yaşar Kemal’in ömür süreci, kırsal yapının, feodal ilişkilerin, Montesquieu’nün deyişiyle ‘şeref’in temel olduğu bir yaşam dünyası anlayışının adım adım çözüldüğü bir döneme denk düştü. O her ne kadar büyük bir ustalıkla, edebi değeri tartışılmaz bir anlatım becerisiyle kırsal yaşam dünyalarını betimlediyse de, Dünya ve Türkiye, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla yeni toplum mantığına ve örgütlenme biçimine doğru evrimleşmeye başlamıştır. Dünya’da tam anlamıyla sanayi-sonrası topluma, hizmetler sektörü ağırlıklı, meslek uzmanlaşmanın yönlendirici olduğu ve münhasıran kentsel yaşam dünyalarının karşılaşmasına dayalı yepyeni bir toplum mantığı egemen olmaya başlamıştır.
Türkiye ise, özellikle 1960’lardan itibaren tarımdan hem sanayiye hem sanayi-sonrasılığa ve küreselleşmeye açılmaya başlamıştır. Bu son derece karmaşık toplumsal süreç, kendini kodlayan sanatsal temsillerinde, kırdan ziyade kentin yeni düşünsel ve duygusal kalıplarını öncelikli kılacaktır. İşte bu nedenle, edebi becerisi, üretkenliği, özgünlüğü, roman sanatına getirdiği estetik katkının özgül ağırlığı bakımından Yaşar Kemal’le karşılaştırılamayacak bir başka yazar, düşünsel modaları iyi takip ederek, çeviri bir zihniyetle şemalaştırdığı, kılcal damarlarında yaşamadığı için ona yalnızca buzlu camın ardından yabancılara özgü bir hayretle baktığı Türkiye’nin, sadece kentlileşen kimliğini anlattığı için Nobel hedefine erişebilmiştir. Buradaki mesele, edebi beceri ve imgelemle ilgili değildir; Yaşar Kemal yitip gitmekte olan bir Türkiye’yi anlattığı için edebiyat pazarında kaybetmiştir. Ancak o, bütün düşünsel heybetiyle Türkiye’nin az bulunan kıymetli taşlarından biri olarak Dünya kültür hazine dairesindeki yerini çoktan almıştır.
Yaşar Kemal şanslı bir yazardı; yaşarken değeri gerektiği bilinmiştir. Devlet katında dahi taltif edilmiştir. Toplumun edebiyat-sever kesiminde ise zaten çoktan ayrıcalıklı locasındaki yerini almıştı. Ölümünden sonra da Yaşar Kemal’e sahip çıkan sanat ve kültür kurumları var. Ne mutlu ona! Gilgameş’in bunca acılı çabadan sonra bulup yitirdiği ölümsüzlüğe Yaşar Kemal çoktan kavuştu bile; Gilgameş gibi kavuştu; eseriyle!
Yaşar Kemal, 30 Kasım 2015 Pazartesi akşamı Lütfi Kırdar Uluslararası Konser ve Sergi Sarayı’nda verilen bir konserle anıldı. Tekfen Filarmoni Orkestrası’nı İngiliz şef James Judd yönetti. Konser yazarın bir ses kaydıyla başladı; ileri yaşının ve zorlu bir yaşamın bozduğu ses tellerinin, bir Adana türküsünü söylerken nasıl çocuksu bir neşeyle yüklendiğini hüzünlü bir mutlulukla dinledik. Kaydın hemen ardından, sahneye bağlama sanatçısı Emre Gültekin çıktı. Merkezi idârenin despotlaşan tavrına isyan edip öldürülen Kozanoğlu Ahmet Paşa için yakılan ağıdı çalıp söyledi. Gültekin, icrasının samimiyetinde Yaşar Kemal’le kol kola Kozan yaylalarında, artlarında cümle hayvanatı efsunlayıp yürür gibi akıcı ve içten bir nefes hissettirdi.
Daha sonra orkestra, Zülfü Livaneli’nin Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından esinlenerek çektiği filmin yine kendisi tarafından yapılan müziğini çaldı. Bu aşamada biraz tutuk, çekingen, gürlük nüanslarında mütereddit olduğunu not etmek, Tekfen Filarmoni’nin genel anlamdaki yüksek icra niteliğine halel getirmez sanırız.
Konserin üçüncü eseri 1918-1982 yılları arasında yaşayan Azeri besteci Gara Garayev’in Üç Minyatür adlı orkestra eseriydi. Eser üç bölümden oluşuyor: Ninni, Ayşe Dans. Elbette İstanbul seyircisi bölüm aralarında, hâttâ bölümün bitmesine bile tahammül edemeyip alkışı her fırsatta bastı! Zaten salon da, piyanist Hüseyin Sermet’in deyişiyle ‘veremliler’le dolu olduğundan, bütün boşluklar kontrpuan kurallarına saygı gösterilerek patlatılan kitlesel öksürüklere sık sık boğuldu! Garayev’in Üç Minyatür’ünde orkestranın daha yumuşak ama daha kararlı ve derinlikli bir tını elde ettiğini ifade edebiliriz.
Bu üç bölümlü orkestra eserini yine üç bölümlü bir başka eser takip etti: Ahmed Adnan Saygun’un Orkestra Süiti (Op.14). Epeyce popüler olan, CPO tarafından kaydı da yapılan Saygun’un bu eseri, bilindiği gibi bir Anadolu panoramasıdır. Anadolu’nun farklı yörelerinden farklı ritmik özelliklere sahip üç dansı (Meşeli, Halay, Horon), Saygun’un, orkestra olanaklarını iyi kullanarak bütünleştirmesinden oluşan Orkestra Süiti, Tekfen Filarmoni’nin, vurguları iyi parlattığı, tınıyı saydam bir ince dokuya dönüştürdüğü bir lezzete dönüştü. Her orkestra üyesinin ayrı kutlanması gereken bu icrada nefesli çalgıların ayrı iltifatı hak ettikleri kanısındayız (klarinetlere ve kornolara özel bir demet gül yolluyoruz burada!). Bununla birlikte yanımızda oturan, sürekli konuşup cep telefonlarından ‘sanal sosyal’e laf yetiştiren iki hanım, bu konserde “Saygun’un hatâ” olduğu yorumunu yaptılar. Onlara göre sorun, icranın niteliği değil, eserin, hâttå bestecinin kendisiydi. Anadolu ses dokusunu, bunca incelikli işleyen, bunca çeşitlilik arz eden az sayıda eser vardır oysa.
Yaşar Kemal’in 1997 yılında İtalyanca’ya özgün Türkçe adı korunarak çevrilen Teneke romanından esinlenen Fabio Vacchi’nin (1949-), yine aynı adla bestelediği operadan iki bölümle konserin birinci yarısı sona erdi. Zeyno Karı Aryası’nda güçlü ama buzul donukluğunda tınıya sahip Mezzo-soprano Anna Smirnova ve sıcak tınılı Bariton Alper Göçeri’yi, Fikret Kaymakam Aryası’nda ise Dünya’nın saygın sahnelerinde gururumuz haline gelen Tenor Bülent Bezdüz ve kişilikli tınısıyla Bas Ali Haydar Baş’ı dinleme olanağımız oldu. Şef James Judd, heyecanlı bir beden diliyle orkestra yönetmeyi tercih eden yöneticilerden; ancak aynı heyecanını asgari sahne nezâketi gösterme konusunda seferber ettiği pek söylenemez. İlk icranın ardından Smirnova’ya eşlik etmediği için, Rus solist haklı olarak, ısrarlı alkışlara rağmen geri dönmedi. Judd aynı tavrı ikinci yarıda İdil Biret’e de gösterdi. İyi şef olmak, müzikal yeteneklerin dışında başka meziyetleri de gerekli kılıyor.
Birinci yarı bu şekilde bir Yaşar Kemal ve Anadolu motifi üzerine başarılı bir seçki sunarak sona erdi. Ancak ikinci yarı, sanki günün teması Yaşar Kemal değilmişçesine münhasıran bir Beethoven bölümü haline geldi. Tekfen Filarmoni’nin “Ah! Perfido” Konser Aryası (solist Anna Smirnova) ve piyano, koro ve orkestra için Korolu Fantezi’sinin altından başarıyla kalktığını söyleyebiliriz. Korolu Fantezi’de İdil Biret her zamanki gibi nefes kesici bir yorumla ustalığını ortaya koydu. Şefler Gökçen Koray ve Seval Irmak’ın hazırladığı Koro ise temiz bir entonasyon örneği sundu. Solistler Burcu Soysev, Funda Güllü (soprano), Elif Tuğba Tekışık (alto), Bülent Bezdüz, Can Reha Gün (tenor), Ali Haydar Baş (bas), uyumlu bir tını elde ettiler.
Konserin tamamı değerlendirildiğinde, müzikal anlamda temiz bir icradan söz edebiliriz. Bununla birlikte, ikinci yarı Beethoven faslı, eğer bunlar Yaşar Kemal’in özel olarak sevdiği eserler değillerse, bütün bir konserin baştan aşağı yazara adanamamış olmasının garipliğini de barındırıyordu. Yıllar önce (1984), Atatürk Kültür Merkezi’nde (sahi, öyle bir yer vardı değil mi?) düzenlenen Cemal Reşit Rey’in 80. yaş konserini hatırladım: Bunca önemli bir vesilede, bir saygı konserinde dahî, konserin tamamı bu anıtsal bestecimizin eserlerine ayrılmamıştı. İkinci yarıda sanırım Chopin’in 2 numaralı Piyano Konçertosu çalınmıştı. Bu garip tercihler, “bizim seyirci fazlasına katlanamaz; Türk eserinden sıkılır” önyargısından olmasın sakın? Nitekim konserde yanımızda sürekli “sıkılan” hanımlar, Saygun’un bir “hatâ” olduğunu söylememişler miydi? Zaten Yaşar Kemal de Saygun’la aynı duyarlılığın, aynı kapsayıcı “Anadolu ateşi”nin çocukları değil miydi? Anlatılanın içeriğinden çok nasıl anlatıldığı, nasıl pazarlandığı, nasıl gösteriye dönüştürüldüğünün önemli olduğu çağımızda, küçük kentli bunalımları (şımarıklıkları da diyebiliriz) artık bir tarih-coğrafya bilincinden, edebi lezzetten daha ağır basıyorsa, Yaşar Kemal’e böyle bir sahip çıkışı nimet kabul etmemiz bile gerekebilir. Ustayı unutturmamak için çaba sarf eden her kültür insanına bu nedenle, Toroslar’ın kalkıp yürüyecekmişçesine heybeti kadar büyük bir teşekkür etmemiz gerekiyor. Tekfen Filarmoni yöneticileri başta olmak üzere…