Doğrusunu söylemek gerekirse, yolculuğun başlamasıyla birlikte “Ağrı Dağı Efsanesi” düştü aklıma. Ağrı’lı Ahmet’in, Beyazıt Paşası Mahmut Han’ın güzeller güzeli kızı Gülbahar Hatun’a sevdalanması bir de.. Bahar geldiğinde Küp Gölü çevresinde kırların binbir çiçeğe durmasını anlatmadan geçmekse hiç olmaz. Yaşar Kemal’in gerçekle mitos arasında şiirsel anlatımlı romanından söz ediyorum. Ağrı Dağının eteklerinde kurulu saray çevresinde gelişen olaylar dizisindeki sevgi masalı. Kitaba eşlik eden Abidin Dino çizgilerinin dokusundaki Mahmut Han’ın sarayını görünce içten içe “bu İshak Paşa sarayı” demiştim. Yıllar öncesi okunan anlatıdan bugüne kalanlar bunlar işte. Zaten hep öyle olmaz mı? Yaşananların üzerinden zaman geçince, kimisi silikleşen anlardan geriye bulanık tatlar kalır. Gördüklerimin üzerinden fazla zaman geçmemesine karşın bugünden bakınca Ağrı’ya ilişkin izlenimler de düşten gerçeğe dönüşecekti.
Mayıs ayının sonlarında İbrahim Çeçen Vakfı’nın davetlisi olarak Ağrı’ya bir grup ressam arkadaşla gittik. Aynı adı taşıyan üniversitede Güzel Sanatlar alanında eğitim gören öğrencilerle birlikte 10 gün süreli bir çalışma programı düzenlenmişti. Grubumuzda yer alan adlar tanıdık gelecek: Zafer Gençaydın, Hayati Misman, Müjgan Özkaya Yılmaz, Saadet Gözde, Gültekin Serbest, Bünyamin Balamir, Nermin Alpar, Funda Açıkgöz ve A. Celal Binzet. Program süresince bizlerle birlikte olan iki vakıf yöneticisi Meral Dinçer ile Dilek Şahin’i de kattığımızda güzel bir dostluk grubunun oluştuğu görüldü.
Ağrı’yı ilk kez görmenin coşkusu var. Bilinmezliklerle dolu kente canlılık veren insan yapısıyla karşılaşmanın duygusunu da eklemeli ona. Günlük gezi turlarımızda gördüklerimiz şaşkınlık yaratıyor. Yurdumuzdaki gizli hazinelerden birçoğumuzun haberi bile yok. En azından bilgilerimiz çok sınırlı. O görkemli yapısıyla İshak Paşa Sarayı Anadolu’nun bir ucunda Barok sanatın geç bir örneği olarak yıllara meydan okuyor. Taş işçiliğinin olağanüstü örnekleriyle süslü duvarların arasındaki geçmiş zaman yaşamlarını düşünmek bile ürpertiyor insanı. Diyadin’in Murat suyunu kucaklayan büyük kanyonu ile yukarıda sıcak kükürtlü suların boşa akıp giden kaynakları hep saklı birer değer gibi oralarda. Kuşkusuz bunlarla sınırlı değil anlatılacaklar. Ve hepsinden önemlisi Ağrı Dağı’nın yükselen buzlu beyaz zirvesi altında uzanan sonsuz topraklar.
Kentin sokaklarında dolaşmaya çıktığınızda Anadolu’nun o bilindik yapı dokusu burada da karşımıza çıkıyor. Böylesi bir görüntü dışında üniversitenin getirdiği kazanımlar yok değil. Belli ki Ağrılı iş adamı İbrahim Çeçen’in parasal desteğiyle yaşama geçmiş büyük bir proje burası. Gelir gelmez bizleri karşılayan üniversite yöneticileri geniş yerleşim alanını gezdirirken söyledikleri ilginç geliyor. Üniversitede okuyan öğrencilerin kente getirdiği ekonomik canlılık var. Ancak işin ayrıntısına girildiğinde görülen bir başka özellik dikkat çekici. Anadolu’nun orta ve batı bölgelerinden gelen öğrenci bulunmadığını söylüyor görevliler. Yaklaşık tümü doğu ve güneydoğu illerinden. Bu yönüyle yöre insanının öğrenim talebine yanıt vermesi bakımından olumlu bir girişim. Üniversiteyi oluşturan binaların fiziksel açıdan iyi düzenlendiği ilk bakışta anlaşılıyor. Ancak başka bir sorun var ki, o binaların üzerine kurulduğu toprağın altı siyanürlü. Bu yüzden ağaçlandırma çalışmaları olumlu sonuç vermiyor. Binaların arasındaki bahçelerde boyları uzamamış ve kurumaya yüz tutmuş ağaçları gözlüyorum bir yandan. Daha önceki yıllarda toprağa verilen zehirli atıklar ağaçların büyümesi önündeki en büyük engel. Siyanürün bölge insanı üzerinde ne gibi etkileri olacağı ise bilim ve devlet adamlarının sorunu. Başka sonuçlarının zamanla ortaya çıkmaması da olanaksız. Sanıyorum bu işlem üniversitenin tam karşısındaki şeker fabrikasıyla bağlantılı. Bu fabrika şu an kapatılmış durumda. Çalıştırılmıyor. Onca tesis, binalarıyla birlikte çürümeye terkedilmiş. Kentteki et ürünleriyle ilgili bir fabrika da aynı anlayışın sonucuyla kapalı duruyor. Boş oldukları için ve bakımları yapılmadığından kısa sürede devletin sırtına yük olmaması ve zarar ettiklerinden (!) ötürü birilerine satılarak yerlerine apartman yapılması kaçınılmaz. Oysa bu fabrikaların üretimden çekilmesiyle, bölgenin ekonomik yapısı üzerindeki etkilerinin olumsuz olacağı son derece kesin. Zaten işsizliğin yoğun olduğu bölgede bir de böylesine düzenlemelerle ortaya çıkan tablo iyice karamsar bir görüntü yaratıyor.
Üniversite alanı oldukça geniş. Söz arasında kışları uzun ve soğuk geçen burada üniversitenin ısınma sorununun doğalgazla çözümlendiğini öğreniyoruz. İşin ilginç yanı üniversiteye değin getirilen doğalgazdan kent halkı yararlanamıyor. Ağrı’lıya doğalgaz yok yani. Bölüm başkanı bizlere güzel sanatlar atölyelerini gezdiriyor. Bugünkü koşullarda Anadolu’da sanat eğitimini bekleyen onca sorun arasında yapılan işleri kutlamak gerek. Ancak sanat (dolayısıyla resim) eğitiminde uygulanacak yöntem konusu önemli bir sorun olarak varlığını korumakta. Daha çok gözlem ve daha çok çalışmak, uyulması gereken kurallar bütününün belki de en başta gelenleri. Sanat eğitimi, böyle bir yolda ilerlemekle doğru olarak amacına ulaşır. Doğadan gözlem yoluyla alınan izlenimlerin, iki boyuta indirgeyerek yeniden düzenlemenin asıl uygulanması gereken bir yöntem olduğu bilinmez mi?
Gruptaki sanatçı arkadaşların yaptığı çalışmalar bu konuda somut birer örnek oldu. O coğrafyadan alınan izlenimlerin tasarım aşamasında geçerek tuvalde yapılanma sürecinin öğrencilerdeki yansımasını görmek bizler için bir sevinç kaynağıydı. Farklı biçemlerde ortaya çıkan resimleri görmek, onlar arasındaki ayrımlar konusunda yorumlar yapmanın öğrenciler açısından yararlarını belirtmeye gerek bile yok. Sanat gibi özel bir ilgi ve yetenek isteyen alanda eğitim görmenin büyük sorunları olacağı kesin. En büyük yanılgı da böylesi bir eğitimin yalnızca ders saatleriyle sınırlı olamayacağı. Dahası, en önemli etmen disiplinli çalışmaktır. Orada bulunduğumuz süre içinde öğrencilerde gördüğümüz öğrenme sevgisi, geleceğe ilişkin umut verici bir tutum. Önemli olan, o gençlerdeki sanat tutkusunu ders içinde olduğu kadar ders dışı etkinliklerle de diri tutmaya çalışmak.
Galiba üniversitenin birincil görevleri arasında aktarmacı yerine araştırma ve yaratmaya yönelik bir anlayışı egemen kılma geliyor. Bu bakımdan, sanat eğitiminde kuram ile pratiğin birlikte yürütülmesinin yaşamsal önemi vardır. Öyleyse yapılacak iş, sanatın yaşamla her alanda çakışmasını sağlayıcı önlemlerin alınması yolundadır. Bu söylediklerimizin Ağrı’yı sınırlı olmadığını belirtelim. Ülkedeki birçok kurumda benzer eksikliklere rastlanıyor ne yazık ki.. Çelişkiler de bizim gerçekliğimiz. Onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek, daha iyiye ve güzele yönelmek sanatın temel amaçlarının başında geliyor. Ve bu süreç ikili bir yapılanmayı hedefliyor. Etkilenme kadar etkilemeyi. Bu açıdan bakıldığında kazanımları yalnızca öğrenciler açısından görmek, onlarla sınırlandırmak yanlış olacak. Konuk olarak bulunduğumuz zaman aralığında, yurdumuzun bu bölgesindeki tarihsel doku kadar günlük yaşamın renklerini yerinde görmenin verdikleriyle zenginleşen bir bilince kavuştuğumuzu vurgulamalıyım. O bilinç ki, günümüz insanıyla, kepeneklerini bakır toprağına atıp çevresine kümelendikleri Küp gölüne bakan çobanlarını aynı zamana taşır. Bir de, İshakpaşa sarayının taşlarını yontan adsız ustalar ile Ahmede Xani’nin dizelerini buluşturur aynı potada.