O, yıllar önce sanat için “yaşantının izdüşümü” tanımını yapmıştı. Söylediğini kanıtlarcasına tam da buna uygun bir yaşam yolculuğundan geçip bugünlere ulaştı.
Uzun ve yorucu bir süreç.
Önceden kestirilmesi olanaksız olaylar zincirini aşarak bugünlere uzanan bir direnç anıtı.
Balaban’dan söz ederken benzeri daha nice sözcükleri kullanmakta hiçbir sakınca yoktur.
Bursa’nın bir köyünde başlayan sıradan yaşamın bir anında yolu “dam”a düşecektir. Onun dilinden alıp bugünkü dile çevirirsek hapishaneye, bir başka deyişle tutukevine. İşlediği bir suçtan ötürü 1942’den başlayıp kesintiyle 1950 yılına değin sürecek tutukluluğunda siyasal bir tutukluyla yolları kesişir. Kendisiyle daha önceki bir görüşmemizde bana “içeri”nin çok pis olduğundan söz etmişti. İşkence, kötü söz, dayak, kuru ekmek ve daha niceleri..
Dama düştüğü gün artık dışarıyı unutması gerektiğini düşünmüş.
Orada tanıştığı siyasal tutukluysa, söylemeye gerek yok: Nazım Hikmet.
O dönemlerde siyasal tutukluların hapishanedeki durumları çok farklı. Deyim yerindeyse hepsi “itibarlı.” Ama bu “itibar” devletin gözünde değil, damda yatanların yanında. Çünkü “siyasi”ler en tehlikelilerdir. Ötekilerse “kader mahkûmu.” O nedenle bu ülkede “kader mahkûmu” olan hırsızı, katili af kapsamına girer de “siyasiler o gruptan sayılmaz. Birini, “kader” diyerek suçu başka görünmez güçlerin üzerine yıkıp hafifletirken diğerleri asla bağışlanmaz. Tam böylesi bir durum. Tutuklu olduğu günlerde işte bu binbir çeşit insanla birlikte yaşar.
İçerideyken berberde Nazım’la tanışması tam da “yıldızın parladığı an” deyimini çağrıştırır. Önceleri ona mektup kâğıdı ve zarfı almak görevini üstlenir. Anlatımına göre Nazım her gün en az on mektup yazmaktadır. Bir gün, bir tane kâğıt alıp getirdiğinde azarlanacaktır. Az olduğu için.
Böyle başlayan dostluk, sıradan bir tutukludan bir sanatçı doğurur.
Kalem ve basit boyalar kâğıt üzerinde buluştukça beliren biçimler, renk lekeleri, giderek ileride ortaya çıkacak sanat yapıtlarının temelini oluşturur.
Bugün artık acı ve üzüntülerle bezenmiş o yılların çok gerisindeyiz.
Küçük yaşantı anlarıyla örülü geçmişte onunla başlayan bir dostluk çizgisinde buluşmak güzel bir duygu.
Peker Sanat Galerisi’nde açılan son sergisi nedeniyle geldiğinden yeniden buluşma olanağı çıkmıştı. Kısa başlıklarla eski günleri anıştıran konuşmalar gerçekleştirdik.
1921 yılında doğmuş sanatçı, o yaşına karşın dinçti. Yüzüne vuran çizgilerde geçmişin izleri okunabiliyor. Kaygı, üzüntü, işkence, acı ve sorumluluk adına ne varsa o çizgilerin derinliğinde kaybolmuş sanki.
Resimlerine baktıkça yüzündeki izlerle tablolarındaki çizgiler arasında kurgusal bir bağ ilintisinin olduğunu görmek kimseleri şaşırtmıyor. O yüzden sanat yapıtındaki biçimle öz ilişkisinin organik birlikteliğinin örnekleri arasında saymakta sakınca yok bu resimleri. En eskileri arasında 1950 yılına tarihlenen yapıtlardan, içinde bulunduğumuz 2016 yılına tarihlenmiş olanına uzanan süreç göz önünde bulundurulursa yarım yüzyılı çoktan aşmış bir geçmişin ortak mirasını yüklenmiş sayılabilir.
Tematik anlamda Anadolu insanının tarihsel süreç içindeki evrelerine göndermede bulunan sanatçının doğrudan yaşadığı olayları tuvaline aktarmasını bilinçli bir seçimin izleri olarak yorumlanmalıdır kanımca. Yaşadıkları, aynı zamanda Türkiye’deki politik evrelerin yalpalamalarını göstermesi bakımından ilginçtir. Buradaki ilginçlik, hiç kuşkusuz yalnızca değişim biçimler içeren bir süreç olmanın ötesinde sol düşünceye karşı egemen çevrelerin koşullandığı refleksi sergiliyor. Zaten bu açıdan bakıldığında egemenlerin gücü yalnızca sola karşı yükselmiştir. Daha doğrusu onlar salt böyle bir anlayışla yetiştirildikten sonra egemen kılınmışlardır. Balaban’ın sanatsal geçmişinde, en azından renk bağlamındaki anlatım biçimlerinin değişmesine karşın içeriğin hep aynı kaldığı kolaylıkla gözlemlenebiliyor. Başlangıçtaki koyu renklerin yerine son dönem resimlerinde geçen daha canlı ve parlak bir renk anlayışını yılların içindeki değişim ve dünya görüşünün damıtılmasına bağlamak gerekir. Yoksa aynı dünya görüşü, aynı kavgacı bakış açısı sürüp gitmede. Daha da ötesinde toplumu sınıfsal açıdan gözleyerek yaşadıklarını o pencereden izleyicisine aktarma kaygısı içten içe varlığını koruyor. Onun resimlerinde Anadolu’nun binlerce yıldan bu yana ezilen ve horlanan, dahası, sırası geldiğinde işkencelerden geçirilen insanları yer alır. Elbette sanatsal kaygıları göz ardı etmeyen, biçimleri belli estetik kurallarla yeniden kurgulayan bir anlayışa sahip. Bu açıdan sanatçının yapıtları yarım yüzyıllık Türkiye tarihinin yazılmamış yüzüdür. Görmek istemeyeceğimiz, gerilere itilen olayların tarihi. Çoktan beri unutturulan üretim olgusu ve üretici güç olarak Anadolu köylüsünü orada görmenin buruk bir tadı var. Kimilerine artık aşılmış gelse de, tarlasında çalışırken bebeğini sırtlamış kadınlar görünür orta yerlerde. Ustası Nazım’ın dizeleriyle bütünleşen resimleri, aynı potada eriyen düşünceleri görebilmek adına onun izdüşümü resimleriyle yüzleşmeli. Balaban’ın yaptıkları denli yazdıklarının da aynı bağlamda ele alınmasının gerekliliğini not etmeden geçmenin haksızlık olacağına inanıyorum. “Şair Baba ve Damdakiler”den başlayıp onu izleyen öteki kitapları, resimleriyle bütünleşen bir içeriğe sahip. Birinin yedeğinde diğerinin ışığını yakalayıp bir dönemi, bir sanatçıyı yakından tanımanın başka yolu yok gibi.