Heykel sanatının bizdeki yol serüveni engellerle dolu.
Toplumu yönetme savındaki iktidarlar onun üzerinden yürüttüğü kaba propagandalarla kendi adlarına olumlu puan toplamaya çalışırlar nedense. Yıllar boyu süren sinsi yönlendirmeler ve kamuoyunun basit duygularını gıdıklayıcı söylemler nedeniyle heykel, kimi kesimlerde olumsuzluğun simgesi gibi görünür. İlkel politikacı için, onun üzerinden kitleyi kışkırtmanın en kolay yoludur. Bu nedenle içinde bizim de yer aldığımız coğrafyada saldırıların hedefindeki ilk yer heykellerdir. Dinsel gerekçelerle sarılıp sarmalanan nedenler, onları parçalayıp yok edecek dışavurumlara neden olur. Yine yakın zamanlarda, dinsel tekerlemeli sözlerle kesilip biçildiğine bile tanık olundu.
Yüzyıllardan beri değişmeyen görüntü bundan başkası değil.
İçindeki kendi niyetlerini kontrol edemeyen garip insanların, ona olduğundan başka anlamlar yükleyerek saldırıya geçmeleri bu açıdan değerlendirilmeli.
Ülkemizin de içinde yer aldığı ve kimi zaman “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”, kimi zaman da “Büyük Ortadoğu Projesi” gibi adlarla çağrılan oyun alanında en büyük saldırının bu sanata karşı yapılmasına aynı pencereden bakılmalı. Heykellere saldırıp yok etmenin bölgeye özgü bir davranışın dışavurumu olduğu açık. Tarih içinde yüzyıllara dayalı yıkmayı haklı gösterebilmek adına kimi kez dinsel motiflerle süslü bir savunma sistemi oluşturulduğu biliniyor.
Değinilen yönleriyle söz konusu sanat dalı, aynı zamanda içinde yer almaya çalıştığı toplumun yapısını yansıtan iyi bir gösterge de sayılabilir. Hiç kuşkusuz toplum yapısı konusunda bugüne değin oldukça çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bu konuda en köklü yaklaşımda bulunanların başında İbni Haldun’un geldiği açık. Daha önce değişik araştırmalarda değinildiği için burada yalnızca adını anmak yeterli olur sanırım. Yine de 14. yüzyılda Kuzey Afrika’da yaşamış Arap tarihçi ve toplumbilimcinin “içeriden” bir bakışla “kendilerini” değerlendirmesi anımsanırsa o günlerden günümüze pek bir ilerleme sağlanamadığı görülür.
Burada dikkati çeken yön, İbni Haldun’un, eleştirdiği coğrafyanın görece batısında yer almasıdır.
Uzunca sayılabilecek bu girişin nedeni aynı coğrafyadan bir sanatçının Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde sessiz sedasız açtığı heykel sergisine ilişkin bir not düşmekten başkası değil.
Geçtiğimiz ay gerçekleşen serginin sanatçısı Sahbi Chtioui, Tunus doğumlu ama yaşamını Fas’ta sürdürüyor. Kültür haftası etkinlikleri kapsamında getirilen heykellerin büyük boyutluluğu yanında bronzdan dökülmüş olmalarının beraberinde birtakım sorunlar barındıracağı kesin. Üstelik, satış gibi tecimsel kaygılardan uzak oluşunun, böyle bir sergiyi hazırlayıp uzak bir ülkede izleyicinin karşısına çıkarmanın ciddi sanatsal kaygılarla hareket edildiğinin açık kanıtı sayılmalı. Müze salonu dışında bahçeye de yayılmış olan yapıtların tümü göz önüne alındığında sorunun çözümü için hangi özverilerde bulunulduğu daha iyi anlaşılır.
Oldukça zor ve karmaşık sürecin aşılmasında Fas Krallığı Büyükelçiliği Müsteşarı Soad Souleimani’nin büyük payı olduğunu geçmeden not edelim.
Sanatsal değerlendirmenin tümüyle dışında kalan bu yorumların öne çıkarılma nedeni yukarıda değinilen yapının kapsadığı bir toplumda gerçekleşmiş olması. Buna, sanatçısının yaşadığı Kuzey Afrika topraklarını eklediğimizde ortaya çıkan görünüm bir yönüyle sevindiriyor bizleri. Nasıl sevindirmesin ki, Sahbi’nin yaptıklarını görünce aynı yerlerde kendisinden altı yüz yıl önce yaşamış toplumbilimcinin “coğrafya bir kaderdir” sözünü kanıtlarcasına bizdeki egemen ideolojiye karşın, kendi topraklarındaki eleştirel anlayışın sürdürümcüsü olduğunu kanıtlıyor. Bu anlayış aynı zamanda heykel sanatını sahiplenmenin, ona karşı çıkanlara karşı meydan okumanın bir göstergesidir de..
Toplumsal açıdan bakışın yanında yapıtların mutlak açıdan değerlendirilmesine geçildiğinde sanatçının yaptıklarını, çağdaş bakışla geleneksel anlayış arasında değişen biçemlerde gerçekleştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. “Barış Kanadım, Sevgi Silahımdır” savsözünde toplanan heykellerden kimi insan figürlerinde söz konusu ayırım iyice öne çıkıyor. Ayrıca onlara yüklenmiş ironik yapının yer yer toplumsal yergi boyutları taşıdığı unutulmamalı. Sanatçı, yaşamının özünü oluşturan dalgalanmalar arasından kendisine seçtiği bu yolda ilerlerken o çelişkileri yaratısına yansıtmayı bir görev bilmiştir. Tunus’un Medina’sında 1953 yılında başlayan yaşam yolculuğunun, sırasıyla Fas ve Paris’te sürmesini hem bir yaşam zenginliği hem de yapıtlarına yansıyan farklılığın nedenleri olarak görebiliriz. Ayrıntılardaki zengin gözlem gücü kimi kez gerçeküstücülük kıyılarında dolaşmaya çıkarır sanatçısını. İnsanlar, kuşlar ve atlar, en sevdiği konuların başında geliyor. Ama öyle sanıyorum ki, onlara olduklarından başka anlamlar yüklemeyi de göz ardı etmemiş. Klasikle modernliğin arasında gidip gelirken gerçeküstücülüğe bir gönderme yapmayı savsaklamıyor sanki.
Fas Krallığı Kültür Bakanlığı ile Fas Krallığı Ankara Büyükelçiliği tarafından “Fas Kültür Haftası” etkinliği kapsamında düzenlenen serginin sanat ortamında yeterince duyurulamamış olması en büyük eksiklik kanımca. Bu durumun sanatçı adına değil de, Ankara sanat ortamı adına bir kayıp olduğunu kaydetmeliyiz. Çünkü bizdeki kimi yetkililerin görmezden geldiği böyle bir sanat alanı için bir başka yönetimin yaptıkları karşısında durup düşünmekten başka yol yok gibi.