Geçtiğimiz günlerde Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde İsmail Altınok’un yaşamı ve sanatı üzerine bir panel düzenlenmişti.
2002 yılında kaybettiğimiz sanatçının yaşamı üzerine söylenecekler belliydi. Nedenine gelince, doğum ve ölüm tarihleri arasına sıkıştırılmış zaman aralığındaki sürecin satır başlarını biliyoruz.
Bizi asıl ilgilendiren yön, sanatla geçen yıllar.
Bir anlamda resim sanatımız içinde nasıl bir rol üstlendiği konusu üzerinde durmak gerekiyor. Dahası onun kişiliği üzerinden aşarak döneme egemen olan havayı tanımlamanın iyi bir yaklaşım olacağına inanırım.
Bilgilerimizi yokladığımızda resim serüveninin geçirdiği evreler ilgilendiriyor bizleri.
Figüratif anlayışla başlayıp yine aynı çizgide bitirdiği sanat yaşamının ortalarında bir yerde kesintiye uğratılan biçeminin soyuta dönüşmesi dikkat çekici.
Tekil bir örnek olsa üzerinde durmaya değmez bir yönelim olarak geçip gidilirdi. Ancak 1950’lerle birlikte içine düştüğümüz soğuk savaş rüzgârlarının esintisi her yerde olduğu gibi sanatta da etkilerini göstermekte gecikmeyecekti. O güne değin toplum gerçekliğinden beslenerek figüratif gelenekte resimler yapan sanatçıların yapıtlarında yetkililer tarafından muzır(!) öğeler aranmaya başladı. Doğaldır ki, asıl amaç sanat üzerinden topluma korku havası salma taktiğiydi. Böylelikle yaratılan korku noktası karşısında duran halk belli bir yönde beyin yıkama ortamının içine itilmiş olmaz mı? Artık resimlerdeki insan betimlemelerinde hangi niyetlerin yer aldığına bu yetkililer karar verebiliyordu.
Yeniler (ya da Liman) Grubu) sergisi yasaklandı. Çünkü işçi resimleri vardı orada. Atlantik ötesi ülkenin kapısına bağlandığımız için onlara tehlikeli olan her şey bize de yansımak zorundaydı. Ve biz kuzeyimizdeki büyük saldırgandan kendimizi korumalıydık. Bu niyetlerle başlayan yasakçı düşünce kademe kademe ilerleyerek her yerde varlığını öne çıkardı. Abidin Dino’nun seramikleri aynı etkilerin ışığı altında tümüyle parçalanacaktı. Çünkü imzasına gizlediği orak-çekiç(!) ilgililerin dikkatinden kaçamamıştı.
Bu anlayışın seçkin örnekleri arasında, 1956 yılında yaşanan “Vilayet Resimleri” olayını gösterebiliriz.
Yeni açılacak Meclis binasında toplanmak üzere sanatçılara sipariş edilen ve her ili gösteren resimler sergi günü açılmadan yasaklandı. Açılış öncesi sergiyi inceleyen Demokrat Parti (DP) Antalya milletvekili Dr. Burhanettin Onat, resimlerin bir bölümünde Türkiye’yi yurt dışına kötü tanıtacak yönlerin bulunduğunu, bu nedenle serginin açılmamasını söyler.
Sergi açılmadan kapanır böylelikle.
Günümüzün seçkin(!) politikacılarında da bulunan her şeyden anlama yetisi onda da vardır ne yazık ki! Resimlerdeki propaganda öğelerini bir çırpıda gören milletvekili, memleketin dışarıya jurnallendiğini söyleyecektir. (Adı geçen milletvekilinin adı Antalya’daki uzun caddelerden birinde yaşamaya devam eder bugün.)
Burada özet olarak geçmeye çalıştığımız olayları üst üste koyduğumuzda ortaya çıkan gerçekliğin acı yüzüyle karşılaşırız.
O gerçeklik, figüratif resim yapmanın güçlüğünden başkası değil. Kim bilir hangi yöneticinin bulacağı “komünizm propagandası” izlerinin kendi yapıtında ele geçirilememesi duygusu, sanatçıları söz konusu anlayıştan uzaklaştırma yolunda önemli bir işlev olmuştur. Ülke, tam bir karabasan ortamında bulur kendisini. Sinsice ortalığı kaplayan bu düşüncenin temel mantığı yöneticilerin kendini Atlantik ötesine şirin gösterme anlayışıyla açıklanabilir ancak. Türk askerinin meclis onayı olmadan Kore’ye savaşa gönderilmesinin gerisinde meclis onayının olmayışını başka nasıl değerlendirebiliriz ki? Toplumun içine sürüklendiği hava böyleyken sanatçıların bu tehlikeli yola yönelmelerini beklemek yanlış olmaz mı sizce?
Bunları vurgularken aynı dönemde yaşamış sanatçıların tümünü belirtilen bakış açısı altında değerlendirmenin olanaksızlığını unutmayalım. Ancak ortamın genel yapısını betimlerken bu yönelimin çok katmanlı kültürel yapı içerisinde yan öğelerle giydirilmiş olabileceğini göz ardı etmemek gerekir.
Sözgelimi, entelektüel çevrelerde soyut sanatın ne denli ilerici ve çağdaş bir bakış açısı olduğu vurgusunun öne çıkarılabileceği günümüzde de geçerli bir olgudur. Bir yandan sakıncalı anlatımın uygulamaları örnekleriyle ortada dururken öte yandan daha yeni anlatım olanaklarının özendirilmesiyle anılan biçemin moda durumuna gelmesini anlamlı bulduğumuzu belirtmekle yetinelim. Tıpkı günümüzdeki siyasal havaya uygun sanat örneklerinin yaygınlaşması gibi bir eğilim. Bugün kimi sanatçı sultan portrelerinden oluşan sergilerin açılması, hat ya da ebru alanlarında çalışmalar yapılmasına benziyor durum.
Kaldı ki, sanatın genel yapısı asla durağan değildir. Farklı dönemlerde birbirinden ayrı eğilimlerin, dahası, her sanatçının öznel bir bakış açısı olduğu unutulmamalı. Nedenine gelince, her soyut çalışan sanatçıyı aynı etkilenmelerin ışığında ele almanın yanlışlığı bilinmelidir. Bu yazıdaki temel endişe, toplumsal eğilimlerin sanatçıyı etkilemesinde az da olsa izlerinin sezilebileceği konusunda küçük bir dipnot koymaktan öte savı olamaz.
İsmail Altınok’un sanat yaşamındaki soyut döneme bakarken değinilen noktaların etkisi tartışılmalı derim.