12- 25 Mart 1998 tarihleri arasında Ankara Atatürk Kültür Merkezi’nde “Büyük Gelenek ve 90’larda İtalyan Resmi” başlıklı bir sergi düzenlenmişti. (Yeri gelmişken bir kez daha anımsamakta yarar var. (Geçenlerde kapanan İtalyan Kültür Merkezi’nin unutulmazları arasında önemli ve güzel etkinlikler vardı. En azından Ankara’nın sanat ortamına farklı pencereler açmasını bilmişti. Katkılarını yadsıyamayız. Yeri geldikçe bu konu üzerine değinmelerimiz sürecek.)
Gelenekler kolay kurulmuyor. Kimileri geçmişin koşulları içinde kendini yenilemekten uzakta, bugünün gelişimine ayak uyduramayıp kalsa da kimilerinin köklü bir yapılanmanın temel taşı işlevine dönüştüğü bilinen bir gerçeklik. Sanatta, hele de resim sanatında İtalyan kültürünü yeniden vurgulamaya gerek yok. Batının Rönesans dönemi ilk ışıklarını o topraklarda yakmıştı. Batı diyoruz ama, bu olgunun dünya sanat ve kültüründeki yeri bilinmez değil. Durumu yalnızca bir coğrafyaya indirgemenin doğru olmayacağını söyleyelim. O topraklarda yaşayanların düşün ve siyasaya katkıları göz önünde bulundurulursa, onlarla beslenen sanatın gelişmesini açıklamak daha bir kolaylaşır.
Gelişimin, sanıldığı gibi hemen ulaşılabilir olmadığı açık. Nice aydın, kara-düşüncenin kışkırtmalarıyla yaşamını kaybetti. Egemenliklerini yitirme telaşındaki dinsel çevreler her zaman yaptıkları gibi kendilerini göksel ve görünmez bir evrenin temsilcisi yerine koyarak kararlarını onun adına verdiklerini savladılar. En çok bilineni verelim burada: Roma’nın orta yerinde Campo De’ Fiori meydanı var: Çiçek Bahçesi. Günümüzde renk renk giysileriyle coşkulu insan kalabalığının yer aldığı alanın orta yerinde büyük bir heykelle bakışırsınız. O insan, tam da o yerde bir direğe bağlanıp yakıldığında takvimler 17 Şubat 1600’ü gösteriyordu. Din adamlarının oluşturduğu mahkeme tarafından suçlu bulunarak yine din adına yakılan bu kişi Giordano Bruno’ydu. Kararı veren kara-din adamlarının adını hiç kimse anımsamıyor bugün. Ama Bruno, insanlığın düşün tarihindeki yerini korumada. Avrupa anakarası bu çirkinlikleri yaşadığı için kendisinde yaşamaya çalışan Ortadoğu dinini reforma uğrattı. Günümüzde artık uzaklarda kalmış bir öykü gibi gelse de yanıltıcı olmasın. Benzer anlayış günümüzdeki varlığını Ortadoğulu öteki ideolojilerde sürdürüyor. Sivas’taki yakılanlar ve İslam Devleti yandaşlarının kıyım ve insan parçalamaları henüz reformdan uzak kalındığının göstergesi sayılır. Olsa olsa buna gecikmiş Ortaçağ demekten başka açıklama getirilemez. İşin ilginç yanı, bu eylemlerin, hep kendi ideolojilerinin hoşgörü söylemine gizlenerek yapılıyor olması.
Tarihin aklanmayan sayfaları üzerine, onları yok ederek kurulan Rönesans sanatı bu yönüyle önemsenmeli derim. İnsanı yücelten, “kul”luktan çıkarıp birey olma özgüvenini veren düşünce, bilim ve sanatta bugün ulaşılan düzeye gelmemizin temel harcıdır. Yaratıcılığın ancak bu tür bir ortamda gelişebileceğini söylemeye gerek var mı?
Böyle bir bilinçle sahiplenilen geçmiş kültürün uzantısı günümüz sanatında kesintisiz bir biçimde sürdürülüyor. Atatürk Kültür Merkezi’ndeki sergi 20. yüzyılın sonu ile yeni başlayacak yüzyılın karşılayıcısı rolünü üstlenmişti. 32 sanatçıyla temsil edilen sergiye “Büyük Gelenek” adının verilmesi de salt bu yüzden. Etkinliğin düzenlenmesindeki ana düşünce, o geleneğin sergi süresini aşarak günümüze değin etkilerini duyumsatacak bir hareket noktasıydı. Yoksa, 16 yıl önce açılmış bir serginin sözü bile edilmezdi günümüzde. Katalogdaki kapsamlı yazılar bu noktaya özellikle dikkatimizi çekiyor.
Avrupa’nın, aynı dönemde Amerikan sanatındaki yapılanmaların ne denli uzağında, farklı bir bakış açısına sahip olduğu açık. 20. yüzyıl sanatını tanımaya çalışırken söz konusu ayrımı görmemek olanaksız. Yeni dünyanın pop-art kültürü yanında post-modernist yaklaşımlarına karşın Avrupa’daki bu köklü geleneğin üzerine kurulan çağdaş sanatı bu açıdan incelemekte sayısız yarar var. Kuşkusuz toptan bir yargılamanın tuzağına düşmemek gerek. Ama ortaya çıkan yapıtlardaki başat düşünce böyle. Bu görüş dönemin İtalyan Kültür Heyeti Müdürü Dıego Grıllı’nin anlatımıyla daha bir somutlaşmakta:”Çağdaş İtalyan resmi, ortak ortamları belirleyen, güdüleri ikiye katlayan ama yaratıcı ateşi körelten, deneyim ve etkileşimler bütününde geçmişe yeniden sahiplenmek ve geçmişi yeniden düşünmek gibi bir tavırla daha içsel ve daha kişisel bir boyut kazanmıştır. Bu aşamada sanatçı yeni bir coşku ve özgün bir anlatımla öz resimsel gerçeğinin uyum ve dengesini yeniden oluşturmak için eskil deneyimlere başvurarak eskillerin erkesini ve canlılığını benimser.”
Görüldüğü gibi, eskiden yararlanmak adına geleneğe sahip çıkmanın özü burada toplanıyor: Sahiplenmek ve yeniden düşünmek. Geçmişte var olan değerlerin anlamını bilerek onlarla yeni bir yola başlamak başka bir şey olmalı.
Orada yapılanlardan çıkarılacak çok sayıda ders var. Bizdeki öykünmecilik yerine nasıl bir çıkış yolu bulunabileceği konusunda düşünsel alıştırmalar yapılmasının zorunluluğu açık. Ama felsefenin zararlı görülüp dışlandığı bir toplumda bu söylenenleri gerçekleştirmek oldukça zor görünüyor. Gelenekler, onlardan çağdaşlık yönünde yararlanıldığında toplumu ileriye taşıyacaktır.