Francisco José de Goya y Lucientes adı çok bilinmese de kısaca Goya dendiğinde herkesin belleğinde bir izlenim oluşacağına şüphe yok. 30 Mart 1746 tarihinde doğmuş, 16 Nisan 1828’de de ölmüş. 82 yıllık yaşamına sayısız resim sığdırmış, iniş-çıkışlı serüvenleriyle hep gündemde kalmış bir İspanyol ressamı.
Onun sanatını irdelerken konularına göre sınıflandırabileceğimiz çok sayıda yapıtlarına değinmek gerek.
Dönemin saray çevresiyle ilişkileri belli. O günün koşulları gereği krallığın siparişlerini alarak geçimini sağlamak zorunda. Ama onun bir yönü de var ki bağlı olduğu kurumun dışına taşan aykırı bir kişiliği yansıtır. Dönemin ortamında savaşı, işkenceyi ve karabasanlarla kuşatılmış bireyi olanca canlılığıyla almış resimlerine.
Sanatın zengin tarihi içinden, durup dururken Goya’nın seçilmesi biraz da bu kişilik yapısıyla ilgili. Elbette her sanatçının yaşadığı dönemine ilişkin birikimleri vardır. En uzaktan bakanın bile içten içe yansıttığı, kendi çağından kırıntıların bulunduğu bilinmez değil.
Kişiyi sıradanlıktan çıkarıp sanatçı yapan normlar da bunlar değil mi zaten?
Sanatçıyı ayırıcı kılan özeliklerine değinirken, sanatsal ustalığının yanındaki eşsiz gözlem yeteneği ile, yergi gücünü harmanlayan zekâsı görmezden gelinemez. Özel gibi görünse de bu bağlamda yaptıklarına bakarak başlıktaki soruyu sormak gerekiyor.
Sanat yapıtını ele alırken asıl olan taşıdığı estetik bütünlüktür. Bunda, biçim ve öz ilişkisi ile, teknik ustalık gibi öğelerin de göz önünde bulundurulmasına dikkat edilmeli.
Tematik yapılanma anılan bu olgularla birlikte bütünleşerek canlılık kazanır. Özellikle geçmiş dönemler için sıkça karşılaşılan “dönem anlayışı” gibi o güne özgü düşüncelerin geçerli olduğunu unutmayalım.
Belli zaman aralıklarında egemen olan biçemlerin oluşturduğu çemberin dışında kalanlara aykırı gözle bakıldığı belleklerdeki yerini koruyan bir görüştür. Ancak bu tür anlayışın, olumsuzluk gibi bir norm içinde ele alınması yerine daha evrensel bir yapıya sahip olduğunun işareti sayılmalı. Burada değinilen özelliğin şöyle bir açmazı var. Kendi zamanında pek de göze çarpmayan bu olgunun anlaşılabilmesi ancak daha sonraki yıllarda olabilmektedir.
Bu genel çerçeveden yola çıkarak özele indirgemek istiyorum konuyu.
Sanatçının çoklukla bilinen yapıtları arasında 1800-1801 yılları arasında yapılmış “Kral IV. Charles ve Ailesi”ni de anmak gerekiyor.
Biraz tarih bilgisi, biraz da Goya’nın bir başka resmine dayanarak yapılacak düşünce alıştırmaları ne demek istendiğini daha anlaşılır kılacaktır. Günümüzde Prado Müzesi’nde bulunan tablo 280x336 cm boyutunda. Düzenlemenin sol gerisinde yarısı görünen tuvalin yanından kendisi bizlere bakıyor. Merkezdeyse kral, eşi Parma’lı Maria Luisa ve çocuklarıyla kalabalık bir aile görüntüsü veriyor. Kusursuz tekniği, karakterlerin içyapısını yansıtan mükemmel anlatım ve işçiliğiyle tam bir başyapıt bu resim.
Yapıta bakarken o her karesinden zenginlik taşan dekorun yapısında bir oturmamışlık havasını sezmemek olanaksız. Bu durum elbette sanatçının yeteneğiyle ilintili bir özellik değil.
O oturmamışlık izlenimini yaratan durum başta kral olmak üzere karısı ve çocuklarının temsil ettikleri makamın soylu yapısını taşımaktan uzak oluşlarıdır. Hemen tüm eleştirmenlerin üzerinde ortaklaşa görüş bildirdiği bu sorunu özetleyen Fransız eleştirmen Théophile Gautier (1811-1872)’nin anlattıklarına bakalım: “köşebaşındaki fırıncı ve karısı piyangodan büyük ikramiyeyi kazandıktan hemen sonra”.
Giderek kimi eleştirmenler kralın böylesi bir resmi nasıl kabul ettiğini bile dillendirmişlerdir.
Demek ki, ortada bir krallık kurumu olmasına karşın (çünkü dönem krallıklar çağıdır) o makamı işgal edenlerin, aslında sahip olmaları gereken davranış bütünlüğünden oldukça uzakta bulunduklarını gösteriyor. Kısacası, sınıfsal ayrımın en kuvvetli olduğu bir dönemde hazmedilmemiş bir soyluluk komedisi sergilemekte tablo. Şöyle de söylenebilir: O sarayda yaşayan bir aile var ama bulundukları ortamla kültürel bütünleşmenin oldukça uzağındalar. Ortada aşırı zenginlik gösterisi var, parıltılı nişanlar, pahalı kumaşlarla sarılı bedenler var ama oraya kıstırılmış bir yapay cennet de var sanki…
Nedeni açık.
Dışarıda kaynayan bir toplumun sesleri duyuluyor. İspanya’nın her köşesinde huzursuzluk ve dağılma işaretleri görülmeye başlanmakta. Ekonomik ve sosyal yıkımlar dönemi çoktan kapıya dayanmış.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de kuzey doğudan gelen işgal tehlikesi. Birkaç yıl sonra Fransa’da imparatorluğunu ilan edecek olan Napolyon genişleme düşlerini gerçekleştirme uğruna İspanya’ya saldıracaktır. Saldıran Fransız askerlerinin önünde yer alanlarsa Mısır’dan getirilmiş Müslüman Memluk’lular. Anılan dönemde Mısır, Fransız sömürgesi olduğundan savaşmak için oralardan toplanmış Müslümanlar cepheye sürülmüş.
Goya’nın yaptığı bir başka resim tam da bu durumu vurguluyor. Fransız işgalcilerinin Madrid’in orta yerinde sivil halkı kurşuna dizmesi “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” adlı yapıtın ana teması.
19. yüzyılın başlarında, İspanya’da yaşananlar uzak bir ülkede ve çok gerilerde kalmış sayılabilir. Bu aşamada devreye giren tarih anlayışına önemli bir rol düşüyor.
Tarihin, yalnızca geçmiş olayların dökümü olduğu savı günümüzde pek geçersiz. Gerçi kimi toplumlar klasik anlayışın uzağına düşmeme konusunda direniyorlar. Onlara göre içi boşaltılmış kof bir tarih yazımı ve öğretimi gözde. Oysa, olaylar arasında neden-sonuç ilişkisinin kurulduğu ve geçmişten dersler çıkarıldığı bir tarihin daha çağdaş ve geleceğe yönelik alan olacağı konusunda kimsenin kuşkusu yok.
Sanatçının yapıtları arasından iki tanesinin bize bu gerçekleri görsellik aracılığıyla ulaştırdığını da unutmayalım bu arada. Onun yaptıklarını belgesel anlamında okumanın doğru bir yaklaşım olacağına inanmak yersiz. Ama gerçeklerle desteklendiğinde var olan değerinin bir kat daha artacağı da kesin.