Toplumdaki kültür ve sanat sorunlarını tartışırken bir noktaya gelip kilitleniyoruz hep. Adı, ister anlaşılamama, ister başka bir şey olsun, bu tür eylemlerin dar bir çevre içine sıkışıp kaldığı açık.
Madem ki sanat dar çevreye kıstırılmış durumda, onun dışında kalan geniş çevrenin durumu ne?
Bir gazeteye yansımış olan Türkiye İstatistik Kurumu rakamları soruna yeterince ışık tutuyor sanırım. Önce onlara bakalım: Türkiye nüfusu ortalama 75.000.000 kişi olduğu kabul edildiğinde:
Okuma yazma bilmeyen kişi sayısı : 9.625.000
İlk okulu bitirememiş kişi sayısı : 17.820.000
İlk okulu bitirmiş kişi sayısı : 24.000.000
Zorunlu olan ilköğretim mezunu sayısı : 10.200.000
Toplam : 61.645.000
Yukarıdaki toplamı Türkiye nüfusundan çıkardığımızda ortaya çıkan rakam oransal bakımdan %82’yi buluyor.
Bu demektir ki nüfusun büyük çoğunluğu yetersiz eğitim almış kişilerden oluşmakta. Zaten yurdumuzdaki gazete ve kitap okuma oranları bu saptamayı doğrular nitelikte. Böyle diyoruz ama demokrasi gereği bu insanlar kendi yöneticilerini seçebiliyorlar. Dahası aynı kişilerin seçtikleri ülkenin yaşamsal yasalarının yapımı sırasında oylarıyla karar verebiliyorlar.
Kendi alanımıza dönecek olursak..Kültür ve sanat gibi oldukça yüksek bilgi, deneyim ve sezgi güçleriyle gerçekleştirilen etkinliklerin çoğunluk üzerindeki etkisini düşünebilir misiniz? Henüz en temel kavramların anlaşılması konusunda sorunların yaşandığı bir toplumda sanatsal sorunları gündeme getirmek tam anlamıyla “salyangoz satıcılığı” değilse nedir?
Hiç kuşkusuz böylesi yığınları yönetmek oldukça kolaydır. Onların en basit duygularını gıdıklayacak söylemler, temel gereksinimlerine yönelik karşılamalarla sorunlar çözülebilmekte.
Sanırım yetersiz eğitim verilmesi bilinçli olarak hedefleniyor. Çünkü eğitilmiş bireylerle dolu bir toplumu yönetmek zordur. En azından istemleri daha üst basamaklara doğru çıkarak, demokrasi, çağdaşlık ve uygarca yaşama konusuna doğru evirilecektir. Oysa bu çizgide tutulmuş bireylerin istemleri hep en ilkel düzeyde kalmak zorunda.
Böyle yığınları yönetmenin kolaylığından söz açtık. Düz bir mantık çizgisinde ilerleyen düşünme alışkanlığı klişeleşmiş bireyler yaratır. Galiba işin püf noktası da burada. O klişe düşünceli yığınların şablonlarını etkilemek o ölçüde zorlaşıyor. Kemikleşmiş değer yargılarını yıkmak o denli kolay değil, giderek olanaksız gibi.
Çağdaş eğitimden kaçışın gizi burada galiba. Çünkü bu tür bir süreci yaşama geçirebilmek için beyinleri küçük yaştan başlayarak ezberletilen dogmatik bilgilerle doldurmak gerekiyor. Böylelikle, çağdaş insanın sorgulama ve araştırma gibi niteliklerinin önü kapatılmakta. Kültür ve sanatla ilgili konularda “anlamadığını” söyleyerek işin içinden sıyrılma becerisi gösterenler sıra, inandıklarıyla ilgili anlamadıkları bir noktaya gelince doğru dürüst bir açıklamada bulunamazlar. Dolayısıyla burada onların inandıklarının bilimsel bir tabanı olmadığı gerçeği ortaya çıkıyor. Onlar için en temel inanç sistemi, küçüklükten beri ezberletilen gerçek dışı dünyanın özellikleridir.
Asla bilmezler ama bilmediklerini bilir sanırlar.
Üstelik kulaktan dolma duyumları önceki kaynaklara aitmiş gibi ekleyerek aktarma yoluna giderler. Gide gide sonunda ortaya çıkan koca bir yanlış ve ezbere dayalı sistemden başkası değildir.
Sergilerde sıkça karşılaştığımız sorunların başında gelen “iyi ama anlamıyorum ki..” tümcesini kullananlara başka anlamadıkları karşısında aynı tavrı neden gösteremediklerini sormaya kalkmayın. İşte bu iki yüzlülük bizim asıl sorunumuz. Böylesi yığınların matematiksel sayımını yukarıda okuduk. Sayıların o soğuk ve kapalı duruşunun gerisinde eğitim süreçleri ortalama 3,5 (üçbuçuk) yıl olan milyonlar gizli. O kadar eğitim süreciyle evreni, yaşamı ve sonrasını kendince açıklayıp(!) ardından da tüm bu konuların kaynağını kendinde göstermesinin nasıl bir aymazlık ve bilmezlik olduğu tartışılır bir durumdur. Böyle bir kitle, tutucu yönetimlerin içinde boy attığı ideal bir toprak olmalı. Yöneticilerin, kendilerinde bulunduğunu savladığı erişilmez ve eleştirilmez tanrısal yönlerini aktardığı yığınlar bu akvaryumda yetiştirilir ancak. Yoksa silahlara aktarılan milyarların bir bölümü kültür ve sanata ayrılamaz mıydı?
Bizse yazılım programı verilmeyen savaş uçaklarına sınırsız paralar ayırırken sanat kurumlarını kapatmak istiyoruz. Çünkü öldürmenin kutsallaştırıldığı yerde asıl ereği yaratıcılık olan sanat çok tehlikelidir. Nüfusun %18’ini çoğaltmaya kalkışmak da tehlikelidir. Geride duran %82’yi olabildiğince çoğaltacaksınız ki kutsanan ölüme gidecek birileri hep yedekte bulunsun.
Bizler de kalkıp sanat gibi fantezi konulardan, güzellikten, estetikten söz ediyoruz.