Sanatın toplumsal olaylardan etkilenmemesi olası mı?
Anlık bir yansıma olmasa bile içten içe mayalanırcasına yaşananlar gün gelir düşer yapıtın kucağına. Kimi kez de olaylarla birlikte büyür sanatçının içindekiler. Kırılganlıklar, umutlar ve direnişler birer imge durumunda somutlaşır.
O aşamadan sonra kitlelerle buluşma zamanı gelmiş sayılır.
Sanatın tarihi bu konuda zengin örneklerle dolu. Çok bilinenler olduğu denli, gözlerden uzak kalmış nice yapıt, içinde barındırdığı gizlerle bizleri bekler. Çünkü, süreç içinde yaşanan her olayın sanatçıyı etkilememesi düşünülemez.
“3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” resmini anımsadıkça orta yere toplanmış sivil halkın üzerine ateş etmek üzere silahlarını “gez, göz, arpacık” diye hedeflemiş askerler gelmez mi insanın aklına?
İspanyol ressamı Francisco Goya’nın (1746- 1828) bu ünlü resmi Fransız İmparatoru Napolyon’un askerlerinin İspanya’yı işgal ederek Madrid meydanındaki toplu öldürme anını betimliyor.
Son yıllarda yapılan bir dizi ilginç araştırmanın sonucu, o resimdeki sivillerin, dönemin gerçek kişileri olduğu bilgisini veriyor. Askerler ise en iyi bildikleri işi yapma düzeninde. İmparatorun buyruğunu en güzel yerine getirmenin duygu ve düzeni içindeler. Dönemin üstün gücü Fransa’nın güdümünde savaşan bu askerler Memluk ordusunun Müslüman askerleri.
Bir anlamda paralı asker konumunda onlar.
Sanırım yabancı devletin buyruklarını yerine getirirken, üstün güç, onların sırtlarını sıvazlayarak barış adına savaştıklarını söylemiştir. Bir de kendilerinin nasıl vazgeçilmez olduklarını.. Böylelikle biat ettikleri büyük devletin kanatları altına sığınıp kahramanca savaşmışlardır.
Bilgisiz kitleleri uçurmanın kolaylığı burada yatıyor. Sözcük oyunlarıyla şişirilmiş insan kalabalıklarını yönetmenin dayanılmaz çekiciliği de burada işte.
Goya, bizlere buyruk altında bir araya getirilmiş disiplinli yığının silahsız insanları öldürme anını gösteriyor.
Orada acımasız savaş durmakta öylece.
Ölüm karşısındaki bireylerin çaresiz dramı kanamaya devam etmekte.
Kimi yöneticilerin bireysel yükselişini hazırlamak için yok edilen yığınların çığlıkları duyuluyor ayrıca.
Öncesinde cumhuriyet ideallerini yüceltme sözü vermişti halkına. Herkesin hakça yaşayacağı bir ülkeydi vaadi.
Başlangıçtaki bu sözlere inanan Beethoven’in (1770-1827) başladığı ve Napolyon’a adadığı 3. Senfoni’nin başına gelenleri anımsayalım. Tahta çıktıktan sonra verdiği sözleri unutan bir kişilik vardır Fransız halkının karşısında.
İmparatorluk tutkusu daha öncesinin verilen sözlerinin önüne geçmiştir.
Kendine biat eden yakın çevresinin ve dinin/kilisenin desteğiyle düzenlenen büyük bir törende tacını takar.
Ele geçirdiği devletin her kurumu üzerindeki mutlak egemenliğin gücüyle çevre ülkelere saldırmasının bu döneme rastladığını yazıyor kitaplar. Büyüyen ordusunun savaşçı açığı için de asker deposu gibi kullandığı Memluklar var geride. Biat kültürüyle yetiştikleri için başlarındaki adamın yönlendirdiği tarafta savaşmakta duraksamazlar.
Hem zaten savaşlar ülke içindeki çelişkileri gizlemenin bir yolu değil midir?
Bu süreçte imparatora “evet” demeyen bir sanatçı çıkıyor.
Beethoven.
İmparatora adanmak için başlanan 3. Senfoni’nin adını çizer.
Onun yerine yazılan sözcük “Heroica”dır artık.
Yani kahramanlık.
Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük ülküsünün türküsünü çağıran ünlü beste böyle çıkıyor ortaya. Başlangıçtaki duygularla sonrası arasında yaşanan düş kırıklıklarının yerini kahramanlığa bırakmasının öyküsü böyle.
Bir dönemde ortaya çıkan olayların çevresinde yaratılan iki sanat yapıtının kaynağı aynı yerden. Birisinin resim, diğerinin müzik olması bir şeyi değiştirmiyor.
Tarihin, zaman içinde yerli yerine oturttuğu taşlarla geçmişi yeniden kurduğu bir gerçek. Döneminde büyük gürültülerle zamanı dolduranların asıl kimliğini tam olması gerektiği gibi çizdiği de o gerçeğin bir parçası.
Sanatın gücü de burada değil mi?
Celal Binzet // Karşı Kıyı