Hep söylenir, bizde gündem çok hızlı ve sık değişir diye.
Doğruluk payı gerçek olan bir gözlem. Olayların birisi bitmeden yenileri ortaya çıkıyor. Farklı yerlerde gerçekleştiği için de izleyenler açısından bir şaşkınlık söz konusu. Bu baş döndürücü değişme karşısında insan belleğinin kavrama sorunu yaşaması son derece doğal. Böylelikle yaşananların birini sindiremeden yenisinin belirmesiyle gerginleşen sinirler normal düşünme biçimini yok ediyor. Daha doğrusu düşünme yetisi anlamını yitiriyor. Ortaya çıkan sonuçtan en çok yararlananın yönetme savındaki kişi olduğu açık. Sürekli gerginlik politikasını besleyen yalan ve saldırı anlayışı tam da onun istediği ortamı hazırlamakta. Söz konusu anlayış, yani yalan ve saldırı politikası sayesinde, yeniden biçimlendirilmeye çalışılan topluma aynen geçen gerginlikler karşısında herkes bir düşman aramakta gecikmiyor. Kitlelerin bilincine sürekli olarak yansıtılan, yüksek sesle bağıran ve aşağılayan yönetici modelinin karşılığını bulmaması olanaksız. İşin içine bir de dinsel sözcükler girdiğinde içeriğinin ne olduğu anlaşılamadan yalnızca tapılan bir idol çıkmasını normal karşılamalı. Tüm bu karmaşık yapılanmanın gerisinde, düşünme yetisi sıfırlanmış kalabalıkların omzuna basarak yükselme güdüsü yatıyor. Mutlak güç ve sınırsız parasal birikim. Uyuşturulmuş kitleler, idolün yalan söyleyip söylemediğini, yapılan yasa tanımazlıkları, kaynağı belirsiz servet artışlarını değerlendirme gücünü yitirmiştir artık. Örneğin, bir dönem “bu ülkede hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku var” diyen kişinin, iktidarında, kendisi için üstün-hukukunu kurmasını sorgulamak kimsenin aklına gelmez. Çünkü bilinci iğdiş edilmiş bir toplum kurgulanmıştır artık. Sistemin sürdürülebilmesi açısından eski Arap ideolojisi güzel bir araç sayılır. Sorgusuz boyun eğme, sınırsız biat.
Durum böyle olunca çağdaşlığa ilişkin her kurumun başına gelecek şey önceden bellidir. Hele kültür ve sanat gibi insandaki bilinç kapılarını sınırsızca aralayan olgular tümden yok edilmesi gereken zararlılardan (!) başka bir şey olamaz. Son günlerde yaşanan İstanbul’daki İlhan Koman’ın “Akdeniz” adlı güzelim heykelinin kolunu koparanları bu ayracın içinde düşünmek gerekiyor. İsterseniz aynı ayraç içine Mehmet Aksoy’un Arap-islamcıl tanrı adının yinelenmesi ritüeli eşliğinde kafası koparılan heykelini, Ortadoğu’da IŞİD’in (şimdi İslam devleti oldu.) parçaladığı ozan Ebu Temmam anıtını ve Afganistan’da bombalarla yok edilen Buda anıtını koyabilirsiniz. Sonuçta aynı ideolojinin beslediği kalabalıkların saldırısıyla yok edilmiş sanat yapıtlarıyla yüz yüze gelinir. (Bu ideoloji yandaşları, kendileri gibi düşünmeyenlerin de başını kesme konusunda ustalar. Aynı yöntemin heykellere uygulanmasını bu açıdan değerlendirmek gerek.)
Gündemdeki son gelişme olan Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde bulunan “Operet Sahnesi”nin önümüzdeki mevsimle birlikte kapanacak olması.
Konuyu Şefik Kahramankaptan’ın özlü yazısından okumak olası. Kentin her yanı ucube kapılarla, dönen Mevlevilerle, parklardaki yabancı çizgi roman kahramanı oyuncaklarla, alışveriş merkezleri ve camilerle doldurulurken sayıları zaten az olan kültür ve sanat merkezlerinden birine göz dikilmesi söz konusu kişilerin dünya görüşünü açığa düşürüyor.
Oysa, parçalanmış bir imparatorluğun kalıntıları üzerine çağdaş bir devlet kurulduğunda çalışan sanatçılar cumhuriyet ideolojisini her şeyin üstünde tutmuşlardı. Binayı yapan Arif Hikmet Koyunoğlu’nun anılarında geçen bir olayı Kahramankaptan’ın izniyle buraya almak istiyorum. O günlerin havasını verme açısından örnek bir olay. Koyunoğlu, Kültür Bakanlığı’nın çıkardığı “Kültür ve Sanat” Dergisinin Ocak 1977 yılında yayımlanmış 5. sayısında yer alan “Eski Türk Ocakları Merkez Binasının İnşaatına Ait Anılarım” başlıklı yazısında anlatıyor. Binanın yapımı sırasında Recep Peker ziyaretine gelir. Peker, Koyunoğlu’yla hem çocukluk hem de Kafkas cephesinde savaş arkadaşı. Mimarın, binanın yapımı sırasında parasız çalıştığını öğrenince ona “burada tekke abdalı gibi parasız, pulsuz çalışıyorsun. Hiç istikbalini düşündüğün yok. Vazgeç bunlardan, tanıdığım birçok ecnebi şirketler var, senin gibi elinden iş gelen mimarı başlarının üstünde taşırlar. Seni onlara takdim edeyim. Demiryollarında beş on istasyon ve köprü alırsan bir senede milyoner olursun” diyor. Güzel bir öneri ama mimar tarafından reddedilir. Yalnız bu olay bile başlıbaşına bir dönemin yapısını ortaya seren turnusol kâğıdı gibi.
O günlerin ülkücü sanatçıları, aydınları hiçbir çıkar beklemeden cumhuriyet ideolojisini yüceltme uğruna savaşım verdiler. Amaç ülkenin çağdaşlaşmasından başka bir şey değildi elbet. Çağdaş ve saygın bir ülke böyle yaratıldı. Çok değil, kuruluştan bugüne gelinen çizgide ülkücü mimarların yerine yüzdelerle çalışan büyük ve anlı-şanlı müteahhitler(!) geçti. Onların bir bölümü yapıcı, yürütücü ve koyucu oldu. Gittikçe şişen cüzdanlarıyla kendileri gibi iş verenleri de büyüttüler. Onlar için, anılan süreçte sanat ve kültür gibi bilinç açıcı eylemlere yer yoktu. Halkın uyutulması, olan bitenlerden haberi olmaması en iyi çözüm yollarından biriydi. Onları “tekke abdalı” gibi parasız pulsuz bırakarak daha iyi yaşama beklentilerini sanal dünyalara ertelemek yöntemi her zaman geçerli olmuştur. Halk açısından en ucuz maliyetli olduğu için sıfırlaması da kolay bir yöntem.
Gündeme değinirken nereden kalkıp nerelere geliyor insan. Görüldüğü gibi hızla devinen bir toplum var karşımızda. Bir yerlere sürüklenip götürülmeye çalışılıyor. Çağımızın gelişmiş toplumlarında gündemden düşmüş sorunların bizde kanamaya devam etmesi çağdaşlaşmadan ne denli uzağa düştüğümüzün açık kanıtı.