Uyanıkken gördüklerimiz ölümdür;
Uykuda ise ölümden sonra yaşamdır.
Herakleitos
Zamanın, geçip giderken yaşamın üzerini bir sis gibi örtüp, canlılık adına olan her şeyi silip süpürmesinin insanda bıraktığı en büyük yıkım, o insanla ilgili hiçbir duygunun artık yaşamıyor olmasıdır. Bir dönem, varlığıyla, solunan hava gibi gerçek olanın, caddelerdeki kalabalığın arasına karışıp önünden geçtiği vitrin camına yansıyan görüntüsünü yan gözle süzen kişinin imgesi, tıpkı camdaki izdüşümü gibi yitip gidecektir bir süre sonra. Beyoğlu’nun en hareketli saatlerinde caddeye bakan binalardan birinde oturduğu evinden çıkıp atölyesine yürüdüğü saatlerden bugüne kalan nedir diye sorulduğunda koca bir boşluğun yanıt olacağı konusunda en küçük bir kuşkumuz yoktur. O günler, karma kültürlü, çok renkli yaşamın doğal akışı içinde kendi yolunu bulduğu zamanlardı. Levantenlerle dolu olduğu günlerdi Beyoğlu'nun. Renkli, canlı ve bir o kadar hareketli yaşamla dopdolu günler. Mevsim başlarının dayattığı dönüşümlerle birlikte kendini uyum sağlama telaşına kaptıranların koşuşturmasındaki kargaşa ortamının tam ortasında bulmak işten bile değildi. Cadde üzerindeki pastanelerin yıpranmış deri koltuklarına arkadaşlarıyla yan yana ve karşılıklı oturup demirhindi şurubundan ya da taşan köpüklerinin, buğulu camının yüzeyinden aşağı doğru süzüldüğü bardağındaki birasından alınan bir yudumun damaktaki tadını içine çektikten sonra kaybolmasını önlemek için harcanan gücü duyumsamanın, bilinen zamanla ölçülmesi hiç de kolay sayılmaz gibi. Otururken vitrinden dışarısını görecek bir konumu mu yeğlerdi yoksa tersini mi? O ilk gençlik yaşlarının kıpırtılarını içinde duyumsamanın coşkusu bu anlarda en uç noktalarda geziniyordur belki de... İstiklal caddesiyle Tünele doğru uzanan eksen arasında kimi kez Balyoz Sokağı hedefleyen bu yerlere daha sonra katılacak olan Ortaköy’ü de eklediğimizde genişleyen bir alanın ortasında bulurduk onu. Ses tonunun hangi değerde olduğunu bilmek olanaklı değil bugün. Konuşmalarının arasına sıkıştırılmış gülücükler, kendisi gibi uzakta kalmış artık.
O nedenle, kendisiyle ilgili bilgiler çok sınırlı. Gözlerden uzaklaşan bir gök cismi gibi. Işıltısını kısa bir süre gösterdikten sonra karanlıkların içinde usulca yitip giden biri yalnızca. Yaşamının bilinmezliğe denk düşen dönemlerinin ne ölçüde aralanabileceği konusu soru imleriyle dolu. Ancak başkalarında bıraktığı izlerden yola çıkarak yazılmaya çalışılan bir denemenin gerçeklik ve geçerlilik ölçüsü bu anlamda sorgulanabilir. Aradan geçip giden zaman içinde, başkalarının belleğinde kalanları gizlendikleri arka odalardan çıkarıp tozlarını silip süpürdükten sonra değerli bir eşya gibi duygularımızın orta yerine yerleştirmenin güçlüğü çok açık. Bilinmezliğin ulaştığı nokta o derece ki, kaynaklarda, satır başlarıyla da olsa, doğru dürüst bilgiler seçilmiyor bugün. Sanki görünmez bir el her şeyin üzerini örtmüş gibidir. Olumsuzluklardan ötürü ancak çıkarsama yoluyla elde edilecek ipuçlarından akıl yürütmelerle ulaşılacak kestirmeler anlatılacak burada. Bir de, onu tanıyan ve yakınında bulunmuş birkaç arkadaşının anlattıkları var orta yerde. Onunla aynı sınıfı, aynı ortamı paylaşmış; ortak duygularla geçirilen zamanları yaşamlarının bir dönemine yerleştirmiş olan arkadaşlarının bilincinde kalanlarla bir portre denemesi sayılabilir mi?
Kişiliğinin ipuçlarını veren bu bilgileri, dolaylı anlatımların yedeklemesiyle birlikte birkaç siyah beyaz fotoğraf ve iki resimle destekleyerek böyle bir işe kalkışmanın güçlüğü açık. Çünkü var olan bilgilerimizin azlığı karşısında yapılacak değerlendirmelerin havada kalmaması olanaksızdır. Zaman ve ortamdaki beraberliğin bellekte bıraktığı izlerin sistemli bir biçimde buluşturulmasıyla elde edilenlerden yola çıkarak beliren kişiliğin birçok şeyi gizlediği de bilinen bir gerçek. Doğrusu, şurada burada kalmış birkaç eski sergi kataloğu dışında dönemin yayın organlarındaki toplu sergi haberlerinde sanatçı adları arasına sıkışmış duran iki sözcük gibiydi. Hiçbir kaynakta doğum ve ölüm tarihlerini görmek olası değil. Sanki, yazılı olan o ad ve birilerinde bıraktığı izler olmasa böyle bir kimsenin yaşadığı bilinemeyecekti bugün. Üzeri küllenmiş bir varlığın alttan alta süren soluk alıp vermelerine baktıktan sonra, tılsımlı bir sopayla dokunarak damarlarındaki kan dolaşımını sağlamak, en azından böyle olacağını düşlemek bile başlıbaşına bir coşku kaynağı. Önceden kaç kez gördüğümü bilemediğim bir resmin dönüp dolaşıp nerelere götüreceğini kestiremeden çıkılan bir yolculuk gibi her şey. Bu yolculuk tıpkı birlikte başlayacak bir gezi için yapılmış hazırlığa benziyor. Çantasına konulan mendiller, küçük bir ayna, makyaj için gerekli malzemeler. Çizilecek eskizler için küçük kâğıtlar ve kalemler olmazsa olmazı bu çantanın. Bulunduğunuz yerden ayrılmadan önce yanınıza alınacak eşyaların gözden geçirilmesi, arada unutulan bir şeyler olup olmadığını anımsamak için yeniden yapılan kontroller.
Evden çıkmadan önce antredeki taş aynaya son bakış.
Ardından ceketinin yakasını düzeltmek var sırada.
Eteğinin duruşunu eliyle yokladıktan sonra üzerine geçirdiği açık renk uzun mantosuna verilen çekidüzen.
Biraz sonra buluşacağı arkadaşlarını düşünürken ince bir gülümseme geçti yüzünden. İçerden gelen dikiş makinesinin sesine kulak verdi bir ara. Odanın sessizliği içinde elle çevrilen makinenin ritmik tıkırtıları kesintilerle yankılanıp durdu. İstiklal Caddesinin akan kalabalığı içinden süzülerek okula doğru yola koyuldu sonra. Okul bahçesinde çekilmiş toplu fotoğrafta, günümüze bu haliyle kaldı Ivy..Felçli bir anne ve terzilik yapan kızkardeşi Tesalya ile süren yaşam onun evlenmesiyle bölünür gibi olmuştu. Ama birbirine yakın evlerde oturulduğu için ve sık görüşüldüğünden çok da ayrımına varılmaz ayrılığın. Sonuçta, babanın kaybından sonra aile genişlemiş oluyordu böylelikle. Kendisi, annesi ve kız kardeşi Tesalya ile eşi. Bu dönemde Taksim’de İstiklal Caddesi’ne bakan evleri var İvy'le annesinin. Ancak buradan önce Ortaköy’den postaya verilmiş 1946 yılına ilişkin bir mektubunda başka bir yeri tanımlıyor Ivy. Turan Erol’a yazılmış satırların bir yerinde şöyle diyor: “Tophane’den büyük bir etüt yaptım. Bir de köprünün eskizini yaptım… Evimiz bir bahçenin içindedir. Etrafta bağlar, bahçeler, karşıda Beylerbeyi.” Bu satırları yazdıktan sonra Beylerbeyi sırtlarının kendi bahçesinden görünüşünü birkaç çizgiyle yerleştirmiş kâğıda. Turan Erol, 1945 yılında Akademiye asli öğrenci olarak girdiğine göre demek ki bir yıl sonra yazılmış mektup. Gençliğin, havalarda gezinilen uçarı günlerinde yazılmış satırları okurken aradan geçen bunca zamana karşın daha yeni yaşanmış gibi bir duygu kaplıyor insanı.
O yıllar Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğrenci alınışında ikili bir sistem görünüyor. Asli öğrenciler için girişte üç aşamalı bir sınav var. Yetenek sınavından sonra o günkü deyimle hayali bir resim çizdirilirdi öğrencilere. Bunlarda çoğunlukla “atölyeden bir köşe”, “caddeden görünüm” gibi bilinen düzenlemeler. İmgesel tasarımla öğrencinin yaratıcı düşüncesi ölçülüyor bir anlamda. Son aşama ise mülakattı. Yüzyüze yapılan görüşmeyle alınacak öğrencinin konuşma ve toplum içindeki duruşunun değerlendirildiğini kestirmek zor değil. Ivy misafir öğrenci konumunda kabul edilmiş Akademiye. Yine o günlerin sistemine göre misafir öğrenciler için mülakat söz konusu değil. Bu öğrencilerin yaptığı çalışmalara bakıp değerlendiren hoca, onları beğendiği takdirde yönetime ilgilinin adını yazdırarak misafir öğrencilik konumunu başlatmış oluyordu.
O günlerin havasını daha iyi anlamak amacıyla aynı sıraları paylaşmış birisinin tanıklığı yararlı olacak. Fikret Otyam, Akademiye onlardan bir yıl önce girdiğini anlatıyor kendisiyle yapılan görüşmede. Dönem bitiminde yapılan desen çizimleri üst üste konuluyor. Bu arada unutulan bir şey var. Kâğıt üzerindeki füzenle çizilmiş desenler sabitleştirilmediği için çizimlerin bozulması kaçınılmaz. Bu nedenle o yılı kaybetmiş sayılıyor. İkinci yıl Turan Erol, Orhan Peker ve Ivy’nin okula girdiği dönem. Sınavda, desen konusunda geçen yıl yaşadığı olumsuzluğun verdiği bilgi kazanımıyla Turan’la Orhan’ı uyarıyor Otyam. Böylelikle zaten atlatılacak olan sınavın önündeki olası bir engel baştan geçilmiş oluyor.1946 yılına gelindiğinde hocaları Bedri Rahmi'nin öncülüğünde “10'lar Grubu” adıyla ortaya çıkan topluluk ilk sergisini hazırlar. 29 Mayıs 1946 tarihinde açılan sergi okulun yemekhanesindedir. Yapıtlarıyla izleyici önüne çıkan grubun üyeleri Mustafa Esirkuş, İvy Stangali, Leyla Gamsız, Fikret Elpe, Nedim Günsur, Mehmet Pesen, Saynur Kıyıcı Güzelson, Hulûsi Sarptürk, Meryem Özcilyan ve Fahrünisa Sönmez.
Aradan geçen bir yıl sonunda grup ikinci sergisini açacaktır. Bu kez sergi yeri Beyoğlu'nda, Balyoz sokak 25 numaralı Gamsız apartmanının ilk katındaki Bedri Rahmi'nin atölyesidir. Günlerden 15 Kasım 1947 Cumartesi. Bina ise Leyla Gamsız'ların sahibi olduğu apartman. İkinci sergide gruba yeni katılımların olduğu görülüyor: Turan Erol, Fikret Otyam, Antranik Kılıç, Sedat Barkkuran, Alis Aş, Orhan Peker, İhsan İncesu, Edith Leitner ve Osman Zeki Oral.
Doğaldır ki grubun kendi içindeki arkadaşlık havası gözle görülür derecede yakındır. Hocaları Bedri Rahmi de bu kaynaşmadan geri durmaz. Birlikte gezmeler, söyleşiler belki havadan sudan konuşmalarla geçirilen saatler. Ne denli boş görünse de, içinde sanatın gezindiği düşünce alıştırmalarıyla dolu zamanlarla güzelleşen birliktelikler. Grup içindeki Ivy'nin kişiliğini tanımlarken görünmez bir varlığın anlatımını yapmak gibi zor bir durum çıkıyor ortaya. O günlerden kalan siyah beyaz fotoğraflardaki duruşundan neler çıkarmak olası diye düşünüyor insan. Gururla bakan bir duruşa sahip. Güvenli bir bakış. Kendini ötekilerden ayıran ışığı olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yok. Onu anlatan iki tabloya bakıldığında fotoğraflara yansıyan tanımları daha kolay görülebiliyor.
Bedri Rahmi, yaptığı yağlıboya portrede o sıralarda öğrencisi olan çağdaş ve o denli güvenli bir genç kadının çizgilerini aktarmış izleyiciye. Doğa görünümü içinde, hani biraz da açık hava resmi gibi.
Sınıf arkadaşı Turan Erol da onun portresini füzenle çizmiş. Toplanmış saçlarının iyice açığa çıkardığı oval yüzündeki olabildiğince yalın anlatım sezilmiyor değil. Yalınlığın gerisinde gizemli bir hava, hüzünle karışık çelişik düşünceler saklanmış.
İki resmin yapıldığı yıl aynı. Tarihleri 1947 yılını imliyor.
İki ayrı resme model olmanın gerisinde yatan nedenleri kişiliğini oluşturan duruşunda, çizgilerinin kavradığı iç dünyasında aramak yanlış mı olur acaba? Hiç kuşkusuz, bu soruyu ortaya atarken yalnızca bu verilerden yola çıkılmadığının bilinmesi gerekir. Dönemin yazışmalarında da geçtiği kadarıyla Ivy, grup içinde taşıdığı havasıyla farklı bir kişiliğe sahip. İşte bir örnek: Leyla Gamsız, o sıralar Hendek'te görev yapan nişanlısı Hulûsi Sarptürk'e gönderdiği 28.11.1948 tarihli mektubunda çalışmalarından söz ederken şöyle yazıyor: “...Bedri bey de bir gün resimlerimi görmek için yukarıya çıktı. Adeta hayret edercesine beğendi. Birkaç gün sonra da Ivy geldi. Leyla'nın resimlerini git gör diye yollamış. Herkeslere öylesine methetmiş ki...” Anımsanacağı gibi, Bedri Rahmi'nin atölyesi Leyla'ların apartmanında. Leyla Gamsız'ın resimlerini gören hoca, onları beğenmesinin yanında Ivy'e de öneriyor. Belki de bu önermenin gerisinde yatan nedenlerden biri de bu insanların Beyoğlu'nda birbirlerine yakın yerlerde oturmalarıdır.
Bu yıllarda değişik yerlere dağılan grup içinde Ivy'nin Turan Erol'la ilişkisi mektuplaşma düzeyindedir. Yaşadıkları bu mektupların satırlarında okunabiliyor. 16 Eylül 1950 tarihli mektupta “Annem rahatsızlığı nedeniyle 2 ay önce kızkardeşimle birlikte Londra'ya gitti. Evde kedilerle kaldım.” diyor. Bir başka yerde de “Neden bizde de ressamların röprodüksiyonları çıkmaz?”diye sanata ilişkin bir sorusunu sormadan geçemiyor.
Elimizde bize ışık tutacak bir başka metin daha var. Bedri hocanın 24 Ocak 1955 tarihini taşıyan Cumhuriyet gazetesindeki “Esirkuş'a Mektup” başlıklı “Turhal'dan gönderdiğin resimleri İvi'nin atölyesinde gördüm, o kadar sevdim, öyle sevindim ki orada olsan seni alnından öperdim.” sözleriyle başlıyor. Demek yıllar geçmesine karşın süren bir dostluk bağı var. Akademiyi bitirmelerine karşın sanatın ortak paydasında birleşen yollar sürüp gitmede.
1955 yılı karabasanlarla dolu bir yıl. Öncelikle de İstanbul'da yaşayan azınlıklar için. Onları seyrekleştirme politikasının bir parçası bağlamında, özellikle de Beyoğlu çevresinde yaşayan Rumlara yönelik yağma, talan ve saldırılarla sindirilen bir grup olmuşlardı artık. Uzun yıllara dayalı birlikteliğin ayrıştırmacı anlayışlarla kaşındırılması sonucu yerlerinden yurtlarından koparılan insanlarla doldu her yer. Yıllar sonra ortaya çıkan belgeler de gösterecektir ki aslında hiç de gizli olmayan güçlerin kışkırtmalarıyla ortaya salınan insanlara yağma ve tecavüzün yolları imlenmiştir.
İçinden geçilen güç günlerdi bunlar. Bir yandan yaşama tutunmaya çalışırken öte yandan sanatı sürdürmek. Ama en önemlisi derin izlerle kurulu ilişkileri kıvamında tutmak. Yıllar içinde pekişen dostluklar yaşamın her anında ama en çok da zor zamanlarda kendini vuruyor açığa. '60'lı yılların başında büyük bir rahatsızlık geçirir Ivy. Zeynep Kâmil hastanesinde yatarken ziyaretçileri, yıllar önce çizgileriyle onu ölümsüzlüğe kavuşturan iki insan olacaktı. Hocası Bedri Rahmi ile arkadaşı Turan Erol. Hastanede ne kadar kaldığı bilinmiyor. Belli olan bir şey varsa vücudunun bu olaylar karşısında zayıf düştüğüdür. Günler sonra iyileştiğinde yeniden eviyle çalışma yerine dönmenin sevincini yaşar. Atölyesi, çalışmalarının yoğunlaştığı bir yer olmanın yanı sıra bu dostlukların sürdürülmesi gereken bir üs olmak görevini üstlenmişti. Yaptığı resimler yanında grafik çalışmaları da dikkat çekiyor. Jack London'un “Ateş Yakmak” kitabı için yaptığı kapak var. Ayrıca adını tam anlamıyla bir ortak çalışmada görmek coşkulu bir duygu. Thomas More'un “Utopia” adlı yapıtı 1964 yılında Çan Yayınları arasında Sabahattin Eyuboğlu, Mina Urgan ve Vedat Günyol çevirisiyle yayımlanıyor. Kitabın resimlerini yapan sanatçı Ivy. Bunlar, günlük harcamalarını karşılaması bakımından tanıtım amaçlı işler olmalı.
Tek boyutlu olmayan kavramların başında yaşamak yer alır. İçinde herşeyin bulunduğu bir kaleydoskopa benzetilebilir bu yönüyle. Döndürüldüğünde renkli ışıltıların çizdiği daireler gibi güzel ve geçici. Birbiriyle ilintisiz görünen onca nedenin, güneş ışınlarını kırıp toplayarak tek noktayı yakması gibi bir insanın gelecekteki zamanını dönüştürmesi inanılmaz gelir birçoklarına. Sürprizlere açık bir kimliğin yaşadığı gelgitleri gördükçe inanılmazlığın boyutu daha bir genişliyor. Bunlar içinde en ilginci Ivy'nin hamile kalması. Çevresinde o kadar çok kimsenin yer aldığı bu güzel kadın birdenbire biraz daha odak noktası haline gelecektir. Anlatılanlara göre Akademideki bir toplantı sırasında bu haber duyulunca Eren Eyuboğlu kocasına sertçe bir bakış atar. Bedri hoca bu bakışın altında yatan nedeni yanıtlamak istercesine karısına “Valla benden değil” diyerek yeminler etmekte bulur çareyi. Çocuğun babasının kim olduğu sorusu günlerce dolaşır ağızlarda. Belki de “Şeytanın gör dediği” yerdedir ama ortalığın tozdan dumandan görülmediği ortamda herşey altüst olmuştur artık. Ailesi yıllar öncesinden kayıtlarını yurda getirmediği için sınır dışı edilmeleri kaçınılmaz olur bu arada. O sıralar gazetecilik yapan sınıf arkadaşı Fikret Otyam Ivy'nin yurt dışına çıkarılmaması için bir kaç kez girişimde bulunacaktır. Dönemin yönetim katında etkin adlarından Alparslan Türkeş'e başvurulur. Üç kez ertelenmesine karşın tam bir çözüme kavuşturulamayınca bir gün içinde sınır dışı edilir. O gün hangi gündü? Bugünden bakınca herşey bulanık durumda. Onunla ilgisiz gibi görünen bir gazete haberinin gerisinde sanki Ivy'nin adı da gizlenmiş. Yine bir İstanbul'lu olan, Kadıköy Moda Caddesindeki bir evde 1957 yılında doğan Tassos Boulmetis'in yaşadıkları tıpatıp onunkiyle örtüşmekte çünkü. 1964 mübadelesi kapsamında İstanbul'da yaşayan Rumlar bir gecede sınır dışı edilirken, Tassos 7 yaşındadır daha. Doğduğu topraklara 45 yıl sonra dönüş yapan sinemacı Tassos, 9 Ağustos 2009 tarihli gazete (Cumhuriyet) söyleşisinde, Türkiye'de Rum, göç ettirildiği Atina'da Türk sayıldığı için dışlanmasının gerisindeki trajediyi buruk bir biçimde aktarıyor. Yaşadıklarından yola çıkarak gerçekleştirdiği filmi “Bir Tutam Baharat”, gerçek adıyla “Şehrin (İstanbul'un) Mutfağı” sansür nedeniyle Türkiye'de gösterilemeyecektir. Sürgün günlerini anımsayan ve bunu anlatan sanatçı kendi anlatımıyla ”İstanbul'u ve yaşadıklarını unutamadı. Polis ve askerlerden korkması, zamansız telefon ve kapı zillerinden tedirginliği o günlerden miras kaldı. ”Yaşadıklarımla barıştım ama kimseyi affetmedim..” sözlerini buraya aktarırken onunla aynı zaman içinde benzer duyguları yaşayan Ivy'den ancak böyle birşeyler kalmış olabileceği düşüncesi yanlış olmazdı. Bir sanatçının yaşadıklarını onunla aynı kaderi paylaşan bir başka sanatçı anlatabilirdi ancak. İstanbul'daki doğum yılını ve Atina'daki günlerinin nasıl geçtiğini bilmediğimiz Ivy'nin ölüm tarihi de karanlıkta. Yalnızca Bedri Rahmi'nin, onun ölüm haberini aldığı bilgisinden yola çıkarak 1975 yılından hemen önceki dönemde bu dünyadan ayrıldığını kestirebiliriz. Akademideki sınıf arkadaşlarının ortalama doğum yıllarına bakarak yaklaşık bir varsayımla 1925 tarihini yakıştırmak olası ona. Ivy'den geriye kalan kızının da Atina televizyonunda çalıştığı gelen bilgiler arasında.
Genelde yaşamı, özelde adlandırılmış bir varlığı sorgularken hiç hesaplanmamış olaylarla karşılaşmamak işten değil. Ivy'yi yılların içinden çekip çıkarırken onunla karşılaşmış, ondan etkilenmiş insanların aradan geçen bunca zamana karşın neler duyumsadığını görmek bu yazıyı ateşleyen en önemli güç oldu. Sözgelimi, Turan Erol’un elinden çıkma bu resimde bir dönem arkadaşını yansıtmaktan öte bir şeylerin gizlenmiş olduğuna ilişkin bir hava sezinlememek olanaksız. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonunda bulunan bu resimde insanı kendine bağlayan, gözlerinin baktığı boşluğun içine yuvarlayıp çeken bir hava egemen. Doğrusu, onca boya resmin arasından sıyrılıp öne çıkması için görünürde geçerli bir nedeni yoktu bunun. Kimliği konusunda bir yığın bilinmezliklerin olduğu gerçeğinden yola çıkılmasına karşın elle tutulur bir bilgiye ulaşılamıyordu. Bir yaşamın çatısını kurarken ancak dolaylı anlatımlardan yola çıkarak kişiliği tanımlamanın zor olacağı bilinen bir gerçekliktir. Yıllar sonra bile yaşıyormuşçasına etkisini sürdüren bir insan için yapılacak her betimlemenin eksik olacağına kesin gözüyle neden bakılmasın? Buradaki deneme, bir yap-bozun parçalarını bir araya getirirken, ortaya çıkan boşluklara biraz düş gücü katmaktan başka bir şey olmadı. Onun için gizli dökülen gözyaşlarını bildikten, adının geçtiği yerde iç çekişlerini gördükten sonra zamanda ve uzamda uzaklarda kalmış bu sanatçıyı yazmak kendiliğinden ve yavaşça oldu. Bir anlamda, ilk günden beri belleğin bir yerinde ağırlığını duyuran bu kavramdan kurtulabilmek için dışa vurumu gerekliydi. Ama, ortaya konduktan sonra daha büyük bir ağırlık bıraktığı da gerçek Ivy'nin.“O bizim Meryem anamızdı” diyen Fikret Otyam'ın geçmişi anarken, somuttan soyuta evrilen bu insanın arkadaşları için nasıl çırpınan bir yüreği olduğunu da ekliyordu sözlerine. Öylesine dost canlısı ve iyilik meleği…Gerçeklikten çıkarak, bir anda bilinçte var olan bir kavrama dönüşmüştü işte. Yaşadığı yıllardan sonra kalanları bir cama yansımış görüntülere benzetmek bu nedenle boşuna değil. Bu nedenle, Beyoğlu'nun vitrinleri önünden geçtiği günleri anımsayıp bir anlık yansımadan sonra geriye bir şeyler kalmaması benzeri çakıp giden bir insanı, bir kadını not düşmek anlamında yazmak şimdilik bu kadar.