Geçtiğimiz hafta İtalyan Kültür Merkezi’nin kapanış nedeniyle bir ayrılık toplantısı düzenlendi. Konunun değişik yönlerini irdeleyen yazıları okuduk. Bunların tümü, haklı olarak, cumhuriyetin başkenti Ankara’daki bu tür bir kurumun kapatılmasının olumsuz sonuçlarını imliyordu. Böyle bir uygulamayla, kurumun bundan önce gerçekleştirdiği sanatsal etkinliklerden bundan sonra yoksun kalacağımız gerçeğidir. Yapılanların sergi, konser, tiyatro, söyleşi, kitap tanıtımı gibi değişik alanlarda olduğu anımsanırsa eksikliğin önemi kendiliğinden ortaya çıkar.
Peki, bir kurumun yok olması bunca önemli midir?
Salt bu açıdan bakarak sorunu geçiştirmek olası.
Ancak bu ve benzeri örgütler aracılığıyla toplumun kültürel yapılanmasına katkılar sağlanacağı bilinmez değil. Dolayısıyla her kademede bilgilenmenin, yarının gelişmiş toplumunu kurmada ne denli önemli olduğu açık bir gerçekliktir. Hiçbir şeyi abartmadan ama her şeyin değerini vererek yapılacak bir değerlendirmeden de niye kaçalım? İnsanlık tarihinde kendinden sonraki dönemleri etkilemiş bir kültür ve sanat devriminin izlerini sürerek bugünlere ulaşan değerlerden bir ölçüde olsun herkesin yararlanması gerekmez mi?
İşte bu ve benzer soruların karşılığı anlamında kısa bir bilinç yoklaması yapmaya çalışıyorum. O büyük anakarada yaşananlara bakıldığında bizimle arasındaki benzerlik ve benzemezlikleri anlamak daha da kolaylaşır sanırım. Elbette sorunun büyüklüğü biliniyor. Ve tümünü burada irdelemek olanaksız. Bu açıdan ancak yüzeysel bir bakış açısı olarak okunmalı.
Başkentin içinin bilinçli olarak boşaltıldığı bir süreçten geçiyoruz. Bunun ideolojik temellerini görmemek için aymaz olmak gerekiyor. İstanbul’a taşınan kamu bankaları, kapatılan galerileri sayarsak planlı bir yeniden yapılandırmayla karşı karşıya geliriz. Bir kurumun daha kapanmasıyla çağdaş kültür ve sanata açılan pencerelerden birinden daha yoksun kalacağımız açık. Son yıllarda topluma dayatılmaya çalışılan Arap-İslam kültürünün yayılma alanı karşısında bilim, felsefe ve sanat aydınlanmasının zayıfladığını görmek için fazlaca çaba harcamaya gerek yok.
Tarihte farklı dönemleri birbiriyle karşılaştırmanın nesnel olmadığı bilinir. Ancak günümüzde yaşadıklarımız bakıldığında Avrupa anakarasındaki Rönesans öncesi dönemle benzerlikleri kolaylıkla görebiliyoruz. Rönesans kavramına özellikle değiniyorum çünkü İtalya’da başlayan bu köklü değişim hareketi daha sonra anakaraya yayılarak bir döneme adını vermiştir.
Avrupa kültür ve sanatında Rönesans öncesi döneme değinirken Orta Çağ felsefesine biraz daha geniş açıdan bakılabilir. Döneme egemen skolastik felsefenin, kilise öğretisi ya da daha genel olarak dogmatik düşüncenin başat kılındığı bir görüş olduğu bilinir. Bu anlayışın sanata yansıması, ancak dince kutsal sayılan kavram ve kişilerin betimlenebileceği görüşüne dayanır. Çünkü kilise öğretisine göre kutsal kitap, okuma ve yazma oranının az olduğu topluluklara ancak resim aracılığıyla öğretilebilirdi. Bir Ortadoğu dini olan Hristiyanlık tarihsel koşullar nedeniyle Anadolu üzerinden Avrupa’da yayılma olanağı bulmuştu. İşte bu durum onun bu coğrafyadaki kültürden etkilenerek reform geçirmesine neden oldu. Dolayısıyla Avrupa sanatı dinsel imgelerle birlikte büyüdü. Dönem resimleri incelendiğinde tanrı, peygamber, kutsal kişiler, kral, imparator ve imparatoriçenin anlatıldığı dikkati çeker. Anlatılan kavram ve kişilerin bu dünyadaki diğer kişi ve yerlerle bağlantılı olmadığını, onların kutsallıklarını vurgulama amacıyla herhangi bir yer ve uzamdan (mekân) bağımsız olduklarını anlatmak üzere altın yaldız fon üzerinde gösterilmişlerdir. Yaşayan yöneticilerin kendilerini kutsal saydırmak adına başvurdukları bir oyun şeklinde düşünmeli buradaki ince ayrımı. Öyle ya, tanrı ve peygamber gibi idea ve kişilerle sıradan insanların yan yana gelemeyeceğini anlatmanın en güzel yolu buradan geçmekte. Bu açıdan bakıldığında Rönesans sanatı ancak Reform düşüncesiyle birlikte ele alındığında bir anlam içerir. Rönesans’ın manzarası idealisttir. Gerçeklikten uzak, elden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş bir anlayışı içinde barındırır.
İtalya’da başlayan hareketin ardından 18. yüzyılda Fransız Devrimi’nin ortaya attığı yeni düşünceleri, dünya anlayışını unutmamak gerekiyor. Hemen peşisıra Paris Komünü ile ortaya çıkan Naturalizm (Doğalcılık) anlayışı ideal sanata karşı gerçek yaşamı, sıradan insanları doğayla birlikte ele almayı önerir. Bu konuda öncülük görevi resim sanatında Gustave Courbet’de.
Anılan süreçte bilimdeki gelişmeler yanında doğanın yapısı birebir incelenerek resme taşınıyor. Bu dönemde doğayla birlikte kutsalın dışındaki insanlar da resim konusu olur. Courbet, “Taş Kıranlar” (1849-50) adlı yapıtıyla işçileri tuvaline taşıyarak önceki kutsal geleneği yıkmıştır. Emile Zola bu tarihten otuz yıl sonra yazacağı Nana’sının (1880) düşünsel temellerini bu sıralarda kurgular. Romanın sonunda Nana’nın trajik ölümünü anlatan bölümde kahramanın yüzündeki sivilcenin bile betimlemesini okuruz. O güne değin görülmeyen bir gerçeklik karşısında bulur okur kendisini. Topluma bakışın açısını değiştiren eleştirel anlayış ortaya çıkmıştır artık.
19. yüzyılın fizik bilimindeki optik kuralları ile rengin ayrıştırılmasını, buna bağlı olarak Empresyonizm ( İzlenimcilik) ve izleyen süreçte Neo-Empresyonizm (Puantilizm) gibi akımların sanatçılarını söz konusu etkilerin ışığı altında ele almak gerekiyor. Bunlarda renk ayrışmasının pratik uygulamasıyla resim kompozisyonu oluşturulduğu dikkatlerden kaçmaz. Çok kabaca ve satır başlarıyla vurgulanan bu süreci anımsatmamızın nedeni İtalya’dan başlayarak tüm anakaraya yayılan bilim ve sanat hareketlerinin insanlık tarihindeki yerine bir göz atmaktı. Süreç, uzun ve kanlı bir yolu geçerek tamamlandı. Bugün batı düşüncesi dediğimiz gelenek böyle kuruldu.
Bize gelince, aynı zaman aralığında kendini dış dünyaya kapamış bir toplum yapısı içinde bulunduğumuz gerçeğini unutmayalım.
Dış dünyayla ilişkileri savaş ve istila boyutunda ele alan bir Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı sonunda parçalanıp yok olacaktır. Her şeyin sultana endekslendiği bir yaşam biçimi esas ülkede. Sultansa halkın hoşuna gidecek uygulamalarla göz boyar. 1580 yılında veba ve deprem gibi felâketlerin kaynağı olarak bir kurumu gösterir Tophane’de toplanan halk. Hedefteki kurum “Dar el- Rasad el- Cedid el-Sultani”den başkası değil. Bugünkü Rasathane ya da Gözlemevi. Gerekçesi üzerine söylenecek söz yok. Çünkü oradaki görevliler gökyüzünü izlemek yerine “meleklerin bacaklarına bakıyor”du. Sultan bu isteği kırmayarak binayı yerle bir etme iradesini gösterdi. İşte aynı dönemde öteki toplumlarla aramızdaki ayrım burada.
Kültür ve sanatın da bundan payını almaması düşünülemez. Osmanlı’daki son dönemin ilk sanatçıları İstanbul çevresinden saray ve köşk bahçelerini resmetmişlerdir. Henüz birey anlayışı yerleşmediğinden bu dönem resimlerinde sanatçı imzası yerine “kulları” sözcüğü yazılır. Öyle ya, herkes sultanın kulundan başka bir şey değildir.
Görüldüğü gibi, toplumların kültürel yapılanması kolay olmuyor. Hele aydınlanmacı ve çağdaş bir yöne götürme çabalarının uzun ve yorucu emek istediği biliniyor. Atatürk döneminin bu doğrultudaki atılımlarıyla kazandığımız ivme bugün tersine çevrilmeye çalışılmakta. Yeni-Osmanlıcılık düşlerine yatanların hedefinde olsa olsa kendilerinin mutlak yönetici oldukları sorgulamasız bir Tophane’de toplanmış Osmanlı halkı benzeri kalabalıklar istedikleri gerçek.
Bu açıdan eksilen her kültür kurumunun tam da bu yönde, onların beklentilerini karşılayan bir davranış olduğunu unutmayalım.