Pet Holding’in girişimleri sonucu, Cermodern’in ev sahipliğinde “Doğduğu Evden Gravürler ve Seramikler” başlığı altında Picasso’nun yapıtları Ankara’da sergileniyor.
Sergi, Pet Holding’in 40. kuruluş yıldönümü adına gerçekleştirdiği bir dizi etkinlikten yalnızca birisi. Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ayşe Pınar Köksal, yönetim kurulu üyesi Zeynep Köksal Yaykıran, Cermodern yöneticisi Helün Fırat ile Fırça Sanat Galerisi yöneticisi Semra Sancak öncülüğünde geniş katılımlı bir izleme turu şeklinde usta sanatçının yapıtlarını kalabalık bir grup halinde gezdik. Anlatımlarla zenginleşen süreç, ayrıca Picasso’nun nasıl bir çalışma disiplinine sahip olduğunu göstermesi açısından yararlı olmuştur.
Anımsanacağı gibi, 24 Kasım 2005- 26 Mart 2006 tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi “Picasso İstanbul’da” başlığı altında sanatçının bir grup yapıtını sergilemişti. Sergiye eşlik eden bir de katalog yayımlandığını biliyoruz.
Ankara’da açılan bu serginin kapsamı adında özetlenmiş gibi. Ayrıca, hazırlanan katalogun meraklısı için kalıcı örnekler içeren bir anlamı olacağı açık. Bu anlamda Ankara’da ilk kez sergilenen yapıtlar katalogdaki görselleri aracılığıyla daha geniş bir kitleye ulaştırılacak. Böyle diyorum ama bizdeki eğitim sistemi insanları bilisizliğe hazırlayıcı bir anlayışta olduğundan her konu gibi sanatta da öğrenmeye karşı bir duruşun izlerini sezmemek olanaksız. O nedenle böylesine önemli bir serginin arada yitip gideceği kesin.
Hep yakındığımız konuların başında geliyor bilisizlik. Durum, biraz da kısır döngüye benziyor. Öğrenmenin çaba isteyen sürecine karşı tembelliğin rahatlığı bir yerde şablonlarla düşünme(me)ye çalışan insan modelini üretmekte. Öğrenmemekle daha kolay yönetilen bir kalabalığa dönüşen insanlar, sorunlarının çözümü konusunda beklentilerini sanal yarınlara ertelemeye yönelmekte duraksamıyorlar.
Bu yargının geçerliliği Picasso’nun yaşamına baktıkça daha iyi anlaşılıyor. Yaklaşık bir yüzyılı bulan yaşam sürecinde ( İspanya 25 Ekim 1881- Fransa 8 Nisan 1973) dur durak bilmeyen bir çalışma temposu, sürekli araştıran bir beyin var karşımızda. Aynı zamanda bir eylem adamı kimliği taşıdığını söylemeye gerek bile yok. İspanya’nın Akdeniz’e bakan Malaga kentinde doğan sanatçının aynı iklim kuşağının tipik özelliklerini yansıtan kişiliğini her davranışında görmek olası. İç savaşta Falanjist General Franco’nun yönetimine karşı Cumhuriyetçilerin yanında yer alır. 2. Büyük Savaş sırasında Hitler ve Mussolini güçleri Franco’ya yardıma gelecektir. Dağlık Guernica kentinin bombalanmasını protesto eden ve aynı adı taşıyan ünlü resmini 1937’de tamamlar. Cumhuriyetçilerin yenilgisi üzerine ülkeye çöken katı cuntacılığa karşı Fransa’ya göç edişini biliyoruz. Onun için vatan artık orasıdır. Savaşın getirdiği yıkımlara karşı çıkar sanatçı. Bilir ki o süreç insanları ölüme götürür. Birkaç yöneticinin kişisel politikalarını diri tutma bahanesi ardında kutsallaştırılan ölüme salt bu nedenle karşı durur. 1937’deki faşist saldırılar karşısında Guernica neyse, 1951’de Amerikalıların yaptığı katliamı aynı duygular altında Kore adlı tuvaline aktarır. O duygular Louis Aragon’un dizelerine şöyle yansıyacaktır:
Goya’dan artakalmış bir kâbusa benzeyen
Belânın yakıp yıktığı bir ülkede yazıyorum…
Bir acı ve yara yığınından başka ne ki
Kana bulanmış bir ülkede yazıyorum
Bir meydan, doluyla gelen rüzgârlara açık
Bir yıkıntı, ölümün cirit attığı.
Kana bulanmış bir ülkede yazıyorum
Görüyorum sinirlerini, bağırsaklarını, kemiklerini
Görüyorum, meşaleler gibi yandığını koruların
Ve kaçışını kuşların yanan buğdaylar üzerinden
Nasıl, nasıl dersiniz, çiçekleri anlat bize
Nasıl dersiniz, çığlıklar olmasın yazdığın şeylerde…
Kuşlar desem, anlatsam size
Solan ağustos ayını kokulu yoncalarda
Rüzgâr desem, güller desem
Şarkım susar, susar hıçkırıklarla.
Hiç kuşkusuz sanatçıyı bir ya da birkaç yapıtıyla anlatmak olanaklı değil. Baştan da söylediğimiz gibi uzun yaşamı içinde yalnızca sanatsal dönemlerini çözümlemek bile oldukça geniş araştırmaları gerektiriyor. Onun sanatsal yaratıcılığını besleyen toplumsal olaylara bakıldığında her kesimden insan görüntüleriyle karşılaşırız. Palyaçolar, sirklerde çalışanlar, çocuklar, yoksullar, hastalar, kadınlar (ve hele kadınları!) onun görüntü süzgecinden geçerek ölümsüzleşmişlerdir. Resim dışında seramik ve heykele de yöneldiği, her tür malzemeyi sanatsal biçimlere dönüştürdüğü işlerini müzelerde izlenebiliyor.
Tüm bu söylediklerimizin dışında sanatçının beslendiği ana kaynaklardan birisi de diğer ustaların yapıtlarından esinlenerek ortaya koyduklarıdır. Ankara’daki sergide yer alan gravürlere bakıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Orada yer alan birçok konu Delacroix ve Cranah’ın yapıtlarından esinlenerek yapılan yorumlara dayanır. Bunun dışında mitoloji ve müzik konularının da ilgi alanı içinde yer aldığını sözlerimize eklemeliyiz. Burada gördüklerimiz dışında sanatçının öteki çalışmalarına bakıldığında geniş bir öğrenme merakı, araştırma ve yorumlama duygularının harmanlandığı kişilik modeli karşısında bulunduğumuz daha iyi anlaşılır. Böyle bir yapılanmanın bizde uygulanan anlayıştan çok uzaklarda olduğunu bir kez daha anımsayalım. Sanat, her ortamda varlığını korumuştur ama özgürlükçü alanlar onun daha geniş anlatıma kavuştuğu yerler olarak bilinir.
Kısaca özetlemeye çalışılan duruma bakarak çağdaş sanat denildiğinde akla ilk Picasso adının geleceği konusunda kimsenin kuşkusu olmaz. Denebilir ki ona yakıştırılan söylemlerle bir mitos çıkmıştır ortaya. Çağdaşlığın yandaşları kadar karşı çıkanların saldırı gerekçelerinde de ondan örnekler verilmesi bu olgunun kanıtı sayılmalı. Tüm bunların bileşiminden ortaya çıkan gerçek, onun düşüncelerindeki şaşırtıcı boyuttur. Şaşırtıcılık, tam da sanatın doğasına uyan araştırıcı ve sorgulamacı olma yanında yaratıcılık yetisiyle uyumluluk ilkesinin görülmesinde. Bu zengin dehanın yaptıklarından küçük bir seçkiyi izlemek Ankara için kaçırılmayacak bir fırsat. Büyük ölçekli boya resimlerinin getirilmesindeki güçlükler düşünüldüğünde şimdilik gördüklerimizle yetinmek zorunda oluşumuzu bilerek ustanın işleri peşine takılmalı derim.