Tutucu politikanın en çok karşı çıktığı kurumların başında sanatın geldiği bilinir.
Geçmişte ve yaşadığımız günlerin yakıcı sorunu bu. Ülkede erkleri eline geçiren politikacılar için alt edilmesi zorunlu bir eylem biçimi olarak sanat, topun ağzında olmuştur hep.
Sanıldığı gibi sorun, yalnızca bugünle ilgili değildir.
Tarihin değişik dönemlerinde ve farklı toplumlarda görülen bir davranış bozukluğu olarak yorumlamak gerekir söz konusu karşı çıkışları. Düşünce alanında dayatılan tek boyutlu açıklamalar dışında başka yolların da bulunabileceğini aşılayan sanat, bu bakımdan tehlikeli sayılmış olmalı. Maurice Duverger’in sözlerini bu açıdan önemserim. Onun “Politikaya Giriş” kitabının önsözüne yazdığı sözünü yeri geldikçe anımsamakta yarar var. (Olabildiğince sık yinelenmeli ve üzerinde düşünülmeli)
Şöyle diyor ünlü hukukçu:
“Halkın ahmaklaştırılması teknikleri çoktur. Sinema, spor!... Bu yollardan halk gerçek dışı, hayali, sanal ve çocukça bir dünyaya daldırılır. Dikkati de böylece gerçek sorunlardan başka yana çekilir.”
“Sinema” ve “spor”un yanına günümüzde “televizyon”u mutlaka eklemek gerekiyor. Onsuz bir dikkat çelme sürecinin başarıya ulaşması olası değil.
Politika neden karışır sanata öyleyse? Özellikle de tutucu politikalar…
Öncelikle kendi varlığını sınırsızca sürdürebilme adına. Kendisini sarsacak güçleri yok etme adına.
Çünkü birçok toplumda politikacının çizdiği çemberin dışına çıkmaya çalışmak tehlikeli ve yasak sayılır.
Kurallarını tümüyle kendisinin belirlediği bu alanda kaldığınız sürece onun egemenlik alanında sayılırsınız.
Kurallar derken bugünden yarına değişmez değil.
Bir gün sonrasının, öncekiyle çelişmesi de sorun değil. Çünkü demin yukarıda dayatılan “ahmaklaştırma teknikleri” sayesinde insanların sağlıklı düşünme yetisi sıfırlanmıştır. Daha önemlisi, belleksizliğin temel bir özellik konumuna yükseldiği dikkatlerden kaçmaz. Anılan süreçte düşünme yetisini geliştirecek olan sanat, toplumun belleğinden çoktan silindiği için tehlike olmaktan çıkmıştır artık.
Sanatın içine düşürüldüğü bu durum, uzun ve planlı bir sürecin sonunda yaratılır. İçinde yer aldığımız politik ve kültürel sistemin bu işi, olabildiğince ustalıklı bir şekilde yürüttüğünü biliyoruz. Sanat karşıtı düzenlemelerde gelenek ve dogmatik tabu bahanelerinin kullanıldığını unutmamak gerekir. İçinde yer aldığımız sisteme değinirken burada eşit bir katılımdan söz edemeyiz.
Kitle açısından daha çok hiyerarşik bir yapılanmanın varlığı esas.
Başka deyişle yönetim bakımından öndelik büyük güçlerin elinde. İşin içine güç ve hiyerarşi girdiğinde iplerin başkalarınca yönetilmesinin önüne geçmek oldukça zor. Bu bakış açısı altında değerlendirildiğinde akılda tutulması gereken olasılık, sanatsal oluşumların da dışarıya bağımlı olması.
Bizim, batıya göre kısa sayılabilecek sanat geçmişimize bakıldığında yaşananların bir örneğinin daha önce dışarıda gerçekleşmiş olması bunun kanıtı sayılır.
Sözün burasında bir kişinin adını vererek olayı somutlaştırmalı. Çünkü, o kişi aracılığıyla dışa vurulan görüşler zaman içinde yayılarak ülkemizi de etki alanı içine alacaktır.
George Anthony Dondero (1883- 1968) ABD Temsilciler Meclisi’nde Michigan Senatörü olarak bulundu.
Görev yaptığı sırada Amerika, McCarthy rüzgârıyla savrulan bir ülke görünümünde. Sınırsız ihbarlarla gelen soruşturmalar, tutuklamalar sürüp gitmekte.
Gerçek olup olmadığına bakılmadan yönetim karşıtı kişilere kurgulanan baskılarla toplum üzerindeki çember giderek daraltılıyor.
Zaman, tam da soğuk savaş propagandasının gemi azıya aldığı günler. Orada da politikacı sanata el ve dil uzatmaktan geri durmaz.
Senatör Dondero’nun ortaya attığı “Modern sanat eşittir Komünizm” denklemi kısa sürede tutacaktır. (Bakınız: Serge Guılbaut, “New York Modern Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı)
O düşüncedekiler için modern sanat (yani bir yönüyle komünizm!) toplumun geçmişiyle arasındaki bağları koparmaya çalışmaktaydı. Tehlikesi bu noktada yatıyor. Geleneğin bozulmasının, önceki kuşakla ilişkinin bitirilmesinin, en çok bu zararlı akımın(!) işine yaradığı genel bir kanıydı.
Yaptıkları sanat aracılığıyla klasik biçemden uzaklaşan sanatçıların bu baskı ortamında özgürce çalışabilme olanaklarının sınırlanması gündemin ön sıralarında yerini alır. Çünkü toplumun çoğunluğunu böylesi bir masala inandırarak asıl gündemi gözlerden saklamak gibi usta işi bir oyundu tezgâhlanan. İkinci büyük savaşın getirdiği yıkım Avrupa anakarasını kavurup yok etmişti.
Anılan süreçte Avrupa’da toplanmış birçok sanatçının yaptıklarını kötülemekle başlanan oyun tutacaktır. Baskın propagandaların etkisi altındaki insanlar sağlıklı düşünmenin uzağına düştüklerinden toplumsal delirme eşiğinde dolanır dururlar. Her yerde gizlenen bir düşman mitosunun boşuna yaratılmadığı açık. Burada toplumsal yapının daha ayrıntılı çözümlemesi üzerinde duracak değilim. Ancak bilinçli insanlardan oluşan bir toplumun kendisine dayatılan yanlı ve yanlış uygulamalara karşı direnç gösterdiği bir gerçek.
Değinilen nokta şu açıdan önemli.
Amerika’daki uygulamaların bizde de aynen görülmesini başka nasıl açıklayabiliriz sonra! Daha öncesinde figüratif sanat komünizmle eşdeğerde görününce içinde figür olan resimler karalanmaya başlanmıştı. Atlantik ötesinde pişirilen bu oyunun bize yansıması uzun sürmedi. 1940’lı yılların sonlarına doğru İstanbul’da açılan sergilerdeki figüratif resimler tehlikeli sayıldığından sergiler kapatılmıştı. Yeniler ya da Liman Grubu sergisinin başına gelenleri anımsayalım.
Donderogiller’in başı çektiği dönemlerde modern sanatın, Avrupa’da, Paris merkezinde toplandığını görüyoruz.
Henüz savaş sonrasının kargaşası içinde Amerika’nın her şeyi kendinde toplayamadığı günler. Birçok değişik ülkeden gelen modern sanatçı Paris’te kümelenmiş.
Eski anakaranın bu dağınıklığı ve çöküntüsüne karşı bir çekim merkezi olarak ortaya çıkan Amerika, sanatçılara daha rahat olanaklar sağlayan bir görünümle istediğine ulaşır. İşte modern sanatçıların kendisine gelmesiyle birlikte çağdaş yapıtlara vurulan komünizm damgası da silinecektir. Düne değin tehlikeli sayılan anlayış artık çağdaşlık sayılır.
Sanat ve politika alanındaki bu gel-gitlerin aynısı Türkiye’de karşımıza çıkar. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sanat hareketlerine baktığımızda bizdeki politikacıların bir yansıma/yansıtma endişesi içinde Atlantik ötesini kopya ettiklerini görmek hiç de şaşırtıcı gelmiyor bugün. Konu üzerinde durulmaya, daha geniş açılımlarla ele alınmaya değer bir konu. O günlerin olayları eşelendikçe birbirinden ilginç olayların karşısında buluruz kendimizi. En azından politikacının sanata karşı duruşunu öğrenmiş oluruz.
Yaşananların geçmişte kalmış yönleri denli günümüzün sıcak gelişmeleri de üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulmayı bekliyor.