Konumuz sanat olunca, sözün onun çevresinde dönüp dolaşması da son derece doğal. Bu aşamada, sanatlar arasında bir ayrım yapmadan önce genel bakışlarla yetinmek zorundayız. Ardından her alanın kendine özgü koşulları ile uygulamadan doğan sorunları gelecektir. Hangi koldan ilerlerse ilerlesin sanatın damarları aynı kaygılarla atar. Elbette teknik açıdan birini ötekinden ayırmak zorunludur. Ama bilinir ki, tüm sanat dalları derin bir bilgilenme üzerinde yükselir. Sanat adına yapılan eylemin, düşünsel aşamadan somut olarak ortaya konmasına değin geçecek süreci bu entelektüel birikim olmadan köksüz sayılır. Kural, sanatçı için olduğu kadar karşısındaki izleyici için de böyle olmak zorunda.
Tersini savlayanlar işin kolaycılığına kaçtıklarını bilmez mi hiç? Hiç şüphesiz kolayı seçmenin önü tuzaklarla doludur. İlk anda başarır gibi olmanın verdiği geçici rahatlık duygusu nasıl da çekici gelir insana! Oysa sığ ortamlarda sanat adına oynanan oyunların popüler kültüre doğru kaydığı gerçeği unutulmasın.
Bunun önemine dikkat çeken bir konuşmayı unutabilir miyiz hiç? Kısaca “Prag Söylevi” diye anılan konuşma, 1962 yılında Charles Üniversitesi’nce onur doktorası verilen Louis Aragon (1897- 1982) tarafından kendisi için düzenlenen törende yapılmıştır. Yazın alanıyla ilgili olsa da, baştan vurgulandığı gibi sanatın temel kuralları tümünü kapsayıcıdır. Baştan sona okunarak üzerinde düşünülmesi gereken söylevin bir yeri oldukça dikkat çekiyor: “İnsan yıktığı zaman, onayladığı zamandan daha fazla üne ermektedir. Ve “okumayın” dediğiniz zaman sözünüz, “okuyun” dediğiniz zamankinden daha fazla dinlenir.”
Aragon’un bu saptamasını okurken gözlerimizin önünde canlanacak olayları kestirmek güç olmasa gerek. Şöyle bir anımsarsak, toplumsal belleğimizde yapılanlardan daha çok yıkımların öne çıktığı görülür. Sanırım bu kuralı en iyi bilen politikacılar olmalı. Kendilerine en büyük puanın kazandırıldığı dönemlerin gerçekleştirdikleri yıkımlarla örtüşmesi bu yüzdendir. Özellikle sanat düşmanlığının prim yaptığı dikkatlerden kaçmaz. Bir sanat yapıtının yasaklanması, bir heykelin yıkımı hep halkçı söylemlerle sarıp sarmalanıp sunulur topluma. Yapılanlar hep “halk adına, onların ahlakını koruma” bahanesiyle gerçekleştirildiği için birilerinin bu gerekçelere karşı çıkma nedeni ellerinden alınmış oluyor. Hiç kuşkusuz, bu tür söylemlerin bilisiz kitleler üzerindeki uyuşturucu etkisini gözden ırak tutamayız. Çünkü “yıkmak” ve “okumamak” eylemleri herhangi bir disiplini gerektirmez. Kısacası kolaycılıktır.
Salt bu yüzden değil midir ki, sanat adına yapılanlar tutucu politikaların hedefinde bulunur. Bir anlamda gerçek sanatçı, söz konusu uygulamalara karşı duruş sergiler. Başka deyişle karşı olmak sanatın doğasında yer alan bir eğilimden başka bir şey değildir.
“Karşı Kıyı” başlığı altında sürecek yazılar bu noktadan hareketle her iklimden, her eğilimden sanatçı tanıklıklarıyla sürmeye çalışacak. Onların yaşamından izdüşümlerini görmek, en azından anımsayarak bir köşeye not düşmek gibi de düşünülebilir bu çaba.
O kıyıya yaklaştıkça parlayan ışık oyunları daha net görülecek belki de…